Anasayfa > Books / Kargakara > İbrahimi Anlatı (1)

İbrahimi Anlatı (1)

İBRAHİMİ ANLATININ BAŞLANGICI

Yedi gün içinde dünyayı ve üzerindekileri yaratan (Kitab-ı Mukaddes, bap 1,2) Tanrı, meleklere yeryüzünde birini yaratacağını söyler ve melekler ona “A!… Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz”[1] derler. Burada, daha anlatının en başında İslami anlayışla şöyle bir sorun ortaya çıkmaktadır: Melekler ve Tanrı o anda yeryüzünde değiller ise neden melekler yeryüzünde bozgunculuk yapıp kan dökecek de olsa insanın yaratılışından bu denli rahatsız olmuşlardır. O kadar bozulmuşlardır ki naturaları itibariyle Tanrı’ya karşı çıkamayacakları söylenen melekler O’na sitem etmişlerdir.[2] Meleklerin bu sitemi onların -ge-nel inanışın aksine- pek de söz dinler, iyi çocuk olmadıklarının bir delili gibidir. Öyle ki bir adım daha ileri gitseler belki hepsi de şeytanın akibetine uğrayabileceklerdir. Fakat bu anlatıda düşmüşlük şeytanın kaderidir,[3] tıpkı İsa’yı ele vermenin Yahuda’nın kaderi olması gibi. Asıl soru olduğu yerde durmaktadır: Daha henüz yeryüzü bile yokken melekler yeryüzünde yaşayacak olan bu Âdemoğlundan neden bu kadar rahatsız olmaktadırlar? Burada sorunun cevabını biraz da kaçamak bir biçimde Tanrı’yı çok sevmeleri yüzünden kıskançlığa kapılmalarına ve onu başka bir varlık türüyle paylaşmak istememelerine bağlayarak devam edelim. Tanrı meleklerin sitemine, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.”[4] diye karşılık verir. Sonrasında Âdem’e her şeyin adını öğretir.[5] Kuran’da hikâye aynı. Bakara suresinin 31,32,33. ayetlerinde özetle şöyle devam eder: Sınırsız bilgi sahibi Allah bu bilgisinin bir kısmını paylaşarak Âdem’i bilgi bakımından meleklerden üstün bir hale getirir ve sonra onu meleklerin karşısına çıkarıp bu üstünlüğüyle onlara galip gelmesini sağlar. Bu anlam örgüsü içinde Tanrı’nın bunu yapmasının sebebi, “Ben yeryüzünde bir halife[6] yaratacağım.”[7] dediğinde kendisine itiraz eden meleklere yapacağı eylemler konusunda fikirlerine ihtiyacı olmadığını, sonsuz bilgisiyle yaratacağı varlığı onlardan daha akıllı kılabileceğini ve eylemleri yüzünden hesap sorulamazlığının sınanamayacağını kanıtlamak gibi görünmektedir. İbrahimi anlatının başlangıcı olması bakımından çok önemli olan bu bölümde asıl gözden kaçan nokta Tanrı’nın Âdem’i zaten yeryüzünde yaşaması için yarattığı halde hikâyenin devamında bunu bir ceza olarak uygulamasıdır. Yani daha yaratmadan önce insanı yaratmasındaki niyetini onun yeryüzüne sahip çıkması olarak beyan eden Tanrı, neden daha sonra insanı yasak meyveyi yemenin bir cezası olarak cennetten kovmuştur. Bu durumun izahının iki önemli yanı vardır: 1. Cennet bahçesi zaten yeryüzünde kuruludur. Yani meleklerin, şeytanın ve Tanrı’nın mekânı bizzat yeryüzündedir. Meleklerin yeryüzüne sahip çıkması için Âdem’in yaratılmasına bu denli içlenmesinin asıl sebebi de budur. Zaten Kuran’da bununla çelişen bir ifadeye rastlanmaz. Üzerine yapılandırıldığı Tanah’dan farklı olarak cennet hakkında net bir coğrafi tarifte bulunmaz sadece.[8] Yani çıplak gözle bakıldığında felsefeden devşirilen farklı ulam fikirleriyle olduğundan daha alegorik ve rasyonel bir yoruma kavuşturulmaya çalışılan İbrahimi dinlerin kutsal metinlerde cennet hiçbir zaman fiziksel gerçekliğin dışında bambaşka bir ruhani mekân olarak tasvir edilmemiştir.[9] Bu kabul -yani öte dünyanın, fiziki dünyadan farklı ruhani ya da manevi bir yapıda hatta başka bir boyutta (?) olduğu fikri- daha sonradan belki de coğrafi olarak yeryüzünün iyice tanınması ve idealist felsefi görüşlerden etkilenilmesi sonucu İbrahimi anlatıya eklenmiş bir yorum gibi görünüyor. Oysa dendiği gibi dini metinlerde bu fikre neredeyse hiç rastlanmaz.[10] 2.Tanrı için tarih çoktan bitmiştir yani İbrahimi anlatı çoktan hem yazılmış hem de okunmuş bir anlatı gibidir ve dolayısıyla Tanrı, Âdem’i yeryüzüne sahip çıkması için yaratmıştır ve bunun Âdem’in yasak meyveyi yedikten sonra verilecek bir ceza olacağını da bilmektedir. Sonuç olarak İbrahimi anlatı; 1. yeryüzü ve cenneti bu biçimde çakıştırarak öznenin anlatının içine girmesine daha çok olanak tanımaktadır, 2. kendi kurgusuyla kendi anlamlandırıcısını (alımlayıcı) da yaratmıştır. Hem de sonsuz kudret sahibi, ölümsüz bir anlamlandırıcıdır (alımlayıcı) bu: Bizzat anlatının yaratıcısı olarak da kurgulanan Tanrı’nın ta kendisi.

İmdi anlatının konusunu kısaca anlatmaya devam edelim. Tanrı meleklerin itirazına rağmen yerin toprağından adamı[11] yapar ve onun burnuna hayat nefesini üfleyerek ona can verir. Sonra doğu tarafında Aden’de[12] bir bahçe yapıp[13] içinde ‘görünüşü güzel ve yenilmesi iyi’ her ağacı ve bahçenin en ortasında da hayat ağacını ve iyilik ve kötülüğü bilme ağacını yerden bitirir. Âdem’i de baksın ve korusun diye bu bahçeye koyar ve der ki: “Bahçenin her ağacından istediğin gibi ye; fakat iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin; çünkü ondan yediğin günde mutlaka ölürsün.”[14] Tanrı, Âdem’in yalnız olmasının iyi olmadığına karar verip diğer hayvanları ve Âdem uyuyunca da onun kaburga kemiğinden kadını yaratır.[15] Âdem ve Havva henüz ‘bilgi sahibi’ olmadıkları için utanmadıklarından çıplak bir vaziyette yaşarlarken hayvanların en hilekârı olan yılan[16] Havva’nın yanına sokulur ve ona sorar: “Allah: Bahçenin hiçbir ağacından yemiyeceksiniz dedi mi?” Havva da “Bahçenin ağaçlarının meyvasından yiyebiliriz; fakat bahçenin ortasında olan ağacın hakkında Allah: Ondan yemeyin, ve ona dokunmayın ki, ölmiyesiniz, dedi” der. Bunun üzerine şeytan kadına, “Katiyen ölmezsiniz; çünkü Allah bilir ki, ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak ve iyiyi kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız”[17] der. Böylece ‘kandırılan’ Havva bu ağacın meyvesinden yer ve Âdem’e de verir; o da yer. Sonra ikisi de artık bilgi sahibi oldukları için birbirlerinin çıplak olduğunu fark edip utanırlar ve kendilerini incir yaprağından elbiseler yaparlar. Onların yasak meyveyi yediğini öğrenen Tanrı, Âdem ile Havva’yı cennetten kovar ve onları bu ‘ilk günah’dan dolayı lanetler. Öyle ki Havva’ya “Zahmetini ve gebeliğini ziyadesile çoğaltacağım; ağrı ile evlat doğuracaksın; ve arzun kocana olacak, o da sana hâkim olacak”; Âdem’e de “Toprak senin yüzünden lanetli oldu; ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin; ve sana diken ve çalı bitirecek; ve kır otunu yiyeceksin; toprağa dönünceye kadar alnının terile ekmek yiyeceksin”[18] der. Bu lanet sadece Âdem ve Havva için değil onun zürriyeti olan insanlık içindir de. Tanah’ın Tekvin bölümüne göre ilk insanların cennetten kovulması kısaca bu şekilde gelişmiştir. Peki Şeytan, Âdem Havva’yı neden ayartmıştır? Kuran’a göre bunun sebebi, Allah, meleklere, “Âdem’e secde edin!”[19] dediğinde bütün melekler yere kapanırken Şeytan’ın bu-nu reddetmesi ve “Ben… ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın”[20] diyerek böbürlenmesi yüzünden Tanrı tarafından kovulmasıdır. Bunun üzerine Şeytan, Tanrı’ya: “(Bari) bana (insanların) tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver” der. “(Allah) buyurdu: ‘Haydi sen süre verilmişlerdensin.’ ‘Öyleyse, dedi, beni azdırmana karşılık,[21]and içerim ki, ben de onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra (onların) önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından[22] onlara sokulacağım ve sen, çoklarını şükredenlerden, bulmayacaksın.’ (Allah) buyurdu: ‘Haydi, sen, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık. And olsun ki, onlardan sana kim uyarsa, (bilin ki) sizin hepinizden (derleyip) cehennemi dolduracağım.’”[23] İşin ilginç yanı Tanrı ve Şeytan arasındaki bu anlaşma daha Âdem ve Havva, Şeytan tarafından ayartılarak yasak meyveyi yemeden ve ‘cennetten’ kovulmadan önce gerçekleşmiştir. Yani Tanrı zaten Âdem ve Havva’nın ‘ilk günah’ı işleyip cennetten kovulacağını bilmektedir ki bu kovulma sonucu Âdem ve Havva’nın çiftleşmesiyle ortaya çıkacak insanlık üzerine Şeytan’la bir anlaşma yapmıştır bile. Aksi takdirde sadece Âdem ve Havva’yla cehennemin dolacağını düşünmemiz gerekir.

Kaldığımız yerden devam edersek; İbrahimi anlatıya göre insanın atası olan Âdem ve Havva cennetten kovulduktan sonra artık ‘bilgi’ sahibi olduklarından daha önce cennette yapamayacakları şeyi yaparlar: Cinsel ilişkiye girerler ve bu ilişkilerden Kain (Kabil) ve Habil doğar. Böylece insanlık tarihi ilk günah sayesinde başlamıştır ve ilk cinayetin vuku bulması da çok sürmeyecektir. Ne ilginçtir ki bu, aynı zamanda bir kardeş katlidir. Habil koyun çobanı, Kabil de çiftçidir. İkisi de henüz insanların Tanrı’yla yüz yüze olduğu bu dönemde Tanrı’ya hediye sunarlar. Kabil ‘toprağın semeresinden’ sunarken Habil de ‘sürünün ilk doğanlarından ve yağlarından’ getirir. Lakin Tanrı belki de bir sınama olarak Habil’in takdimesini kabul ederken Kabil’inkini kabul etmez, ki bu duruma öfkelenip surat asan Kabil’e şöyle der: “Niçin öfkelendin? ve niçin çehreni astın? Eğer iyi davranırsan, o yükseltilmeyecek mi? ve eğer iyi davranmazsan günah pusuda yatmıştır; ve onun istediği sensin; ve sen ona üstün ol.”[24] Kuran ise Maide suresinde Kabil’in hediyesinin kabul edilmeme sebebini Habil’in Tanrı’ya karşı sorumluluk bilinci yani korku taşımaması olarak açıklar. Bu surede Habil, kendisini öldüreceğini söyleyen Kabil’e, “Allah, yalnız kendisinden korkanlardan kabul eder”[25] der. Sonuç olarak Kabil kıskançlık yüzünden Habil’i öldürür. Sonrasında dokuz yüz otuz yıl yaşayan Âdem birçok oğul ve kız çocuk sahibi olur ve bunların da çocukları oldukça insan ırkı giderek artacaktır. Fakat neden sonra Tanrı, insanı yarattığına pişman olur; çünkü “yeryüzünde adamın kötülüğü çoktu, ve her gün yüreğinin düşünceleri ve kuruntuları ancak kötü idi”.[26] Ve yeryüzünü üzerindeki her şeyle beraber yok etmeye karar verir. Yalnız gözünde inayet bulan Nuh’a, “Önüme bütün beşerin sonu geldi; çünkü onların sebebile yeryüzü zorbalık doldu, ve işte, ben onları yeryüzü ile beraber yok edeceğim”der. “Kendine gofer ağacından bir gemi yap; gemide odalar yapacaksın, ve onu içeriden ve dışarıdan ziftliyeceksin. Ve onu şöyle yapacaksın: geminin uzunluğu üç yüz arşın, genişliği elli arşın, ve yüksekliği otuz arşın olacaktır. Gemiye ışıklık yapacaksın, ve onu yukarı doğru bir arşına tamamlayacaksın; ve geminin kapısını yan tarafına koyacaksın; alt, ikinci, ve üçüncü katlı olarak onu yapacaksın. Ve ben, işte ben, göklerin altında kendisinde hayat nefesi olan bütün beşeri yok etmek için yeryüzü üzerine sular tufanı getiriyorum; yeryüzünde olanların hepsi ölecektir. Fakat seninle ahdimi sabit kılacağım; ve sen ve seninle beraber oğulların, ve senin karın, ve oğullarının karıları gemiye gireceksiniz. Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan, bütün beden sahibi olanlardan, her neviden ikişer olarak gemiye getireceksin; erkek ve dişi olacaklar. Cinslerine göre kuşlardan, ve cinslerine göre sığırlardan, cinslerine göre toprakta her sürünenden, her neviden ikişer olarak, sağ kalmak için sana gelecekler. Ve sen yenilen her yemekten kendine al, ve sana ve onlara da yiyecek olacaktır.”[27]Nuh, Tanrı’nın isteğini yerine getirir ve gemiyi yapar. Nuh; Nuh’un karısı, oğulları, oğullarının karıları ve bütün hayvanların dişi ve erkeklerinden birer çift gemiye binerler. Daha sonra kırk gün kırk gece yağmur yağar ve yeryüzü sular altında kalır. Böylece gemide olanlar dışında kalan bütün canlılar ölür. Nuh tufanı İbrahimi anlatının mihenk taşlarından biridir; çünkü bu tufan Tanrı’nın daha sonra yapacağı gazap adındaki kıyımlarının ilki ve başlangıcı olmasının yanı sıra aynı zamanda en büyüğüdür de. Tanrı daha sonra da ‘bozgunculuğa kapılmış’ bazı şehir ve toplumları gazabıyla yok edecektir. Kuran’ın pek çok yerinde bahsi geçen Tanrı’nın gazabına uğrayan bu toplumlar, örneğin Tevbe suresinde şöyle geçmektedir: “Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh Kavmi’nin, Âd’in, Semûd’un, İbrahim Kavmi’nin, Medyen Ashabı’nın ve o mü’tefikelerin haberi gelmedi mi?”[28][29] Ama kıyamet gününe kadar yeryüzünün tamamında yapacağı tek kıyım bu olacaktır. Nuh tufanının bir diğer özelliği de bundan sonra insanlığın Nuh’un zürriyetiyle devam edecek ve milletlerin bu zürriyetten ayrılacak olmasıdır.

Bundan sonraki önemli olay ise Babil efsanesidir ki bu efsane yeryüzünde milletlerin nasıl birbirinden ayrıldığını anlatmaktadır. İnsanlar yeryüzü üzerine dağılmamak ve ‘nam yapmak’ için bir şehir ve ‘başı göklere erişecek bir bina yapmaya karar verirler. Bu şehri inşa etmeye başladıklarını gören Tanrı der ki: “İşte bir kavmdırlar, ve onların hepsinin bir dili var; ve yapmaya başladıkları şey budur; ve şimdi yapmaya niyet ettiklerinden hiçbir şey onlara men edilmiyecektir. Gelin, inelim, ve birbirinin dilini anlamasınlar diye, onların dilini orada karıştıralım.”[30] Böylece insanların dillerini farklılaştırarak farklı milletler olmalarını ve Babil’in inşaatını bırakarak yeryüzünün başka yerlerine dağılmalarını sağlar.

Anlatının bundan sonrası her ne hikmetse Nuh’un Sam, Ham ve Yafet adındaki oğullarından Sam’ın zürriyetinden gelen İbrahim ve onun soyu ve onların yaşadığı topraklar üzerine odaklanacaktır. Aslında bu durumun sebebini anlamak çok da zor değildir. Çünkü Tanah metninin yaratıcısı olacak olan İbraniler kendilerini, daha sonra gelecek peygamber silsilesinin İbrahim’in Hacar’dan olan ilk oğlu İsmail ve onun soyundan gelen Muhammed hariç hepsinin atası olan İbrahim’in Sara’dan olacak ikinci oğlu İshak’a dayandırırlar. Bu bakımdan İbrahimi anlatının en önemli karakterlerinden biridir, ki Tanrı ilk ahdini de onunla yapacaktır: “Ve Abram doksan dokuz yaşında iken, RAB, Abrama göründü; ve ona dedi: Ben Kadir Allah’ım; benim önümde yürü, ve kamil ol. Ve ahdimi seninle benim aramda edeceğim, ve seni ziyadesile çoğaltacağım. Ve Abram yüzüstü düştü, ve Allah onunla söyleşip dedi: Ben ise, işte, ahdim seninledir, ve birçok milletlerin babası olacaksın. Ve artık adın Abram[31] çağırılmayacak, fakat adın İbrahim[32] olacak; çünkü seni birçok milletlerin babası ettim. Ve seni ziyadesile semereli kılacağım, ve seni milletler yapacağım, ve senden krallar çıkacaklar. Ve sana, ve senden sonra zürriyetine, Allah olmak için seninle ve senden sonra zürriyetinle benim aramda ahdimi nesillerince ebedi ahid olarak sadık kılacağım. Ve senin gurbet diyarını, bütün Kenan diyarını, sana ve senden sonra zürriyetine edebi mülk olarak vereceğim; ve onların Allah’ı olacağım.”[33]Bu çok önemli pasaj, neden anlatının İbrahim’in soyu ve o soyun bulunduğu topraklar üzerinde odaklandığını izah etmektedir. Birincileyin bundan sonra bütün peygamberler İbrahim’in soyundan gelecektir ki İsmail ve Muhammed hariç geri kalan bütün peygamberler İbranilerin kendi soylarını dayandırdıkları İbrahim’in Sara’dan olma ikinci oğlu İshak’ın zürriyetindendir. Zaten Tanrı bu pasajda başkalarının değil sadece İbrahim soyundan gelenlerin ‘Allah’ı olduğunu söylemektedir ki bu, aynı zamanda İbranilerin seçilmiş bir ırk oldukları inancının temellendirilmesidir. İshak soyunun peygamberliği Kuran tarafından da birçok yerde teyit edilmektedir. Örneğin Ankebut suresinde şöyle denir: “O’na İshak ve Yakub’u bağışladık.[34] Peygamberliği ve kitapları, onun soyundan gelenlere verdik. Onu dünyada mükafatlandırdık.[35] Şüphesiz o, ahirette de salihler (zümresin)dendir.”[36]

İkincileyin bu pasajda Tanrı anlatının geçtiği toprakları İbrahim’in soyuna vaat etmektedir, ki bu da anlatının neden bu topraklarda geçtiğinin bir izahıdır. Bir bakıma İbranilerin bu ‘vaat edilmiş topraklar’[37] inanışını İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışına atıfta bulunan Araf suresindeki şu ayetlerle Kuran da olumlamaktadır: “Ve o hırpalanıp ezilmekte olan kavmi de yeryüzünün, bereketle donattığımız[38] doğusuna ve batısına mirasçı yaptık. Ve böylece Rabbinin, İsrailoğullarına olan o güzel vaadi, sabırları yüzünden gerçekleşti.”[39]

Soylarını ‘birçok milletlerin babası İbrahim’e dayayarak kutsallaştıran tek millet İbraniler değildir. Araplar da kendi soylarını İbrahim’in cariyesi Mısırlı Hacar’dan olma ilk oğlu İsmail’e dayandırırlar. Zaten Tanah’da da İsmail’in zürriyetinin de bir millet oluşturacağını belirten ibareler bulunur. Keza eşi Sara, İbrahim’e Hacar’ı kovmasını söylediğinde Tanrı onu teselli etmek için şöyle buyurur: “Çocuktan dolayı ve cariyenden dolayı gözünde kötü olmasın; Sara’nın sana söylediği her şeyde onun sözünü dinle; çünkü senin zürriyetin İshak’ta çağırılacaktır. Ve cariyenin oğlunu da bir millet edeceğim, çünkü o senin zürriyetindir.”[40] Daha sonrasında İbrahim, Hacar ve oğlu İsmail’i gönderince onlar Beer-şeba (Birşebe) çölünde dolaşırlarken suları biter. Bunun üzerine Hacar çocuğu bir çalının altına koyar ve ölümünü görmemek için bir ok atımı uzağına oturur. İslam teolojisine göre burası Bakara suresinde ‘Allah’ın sembolleri’ olarak geçen; Mekke’de, Kabe’nin hemen yakınında bulunan Safa ve Merve adındaki alçak tepelerin arasında kalan sahadır. İbrahim suresinde de bu bölgeyle ilgili İbrahim’in ağzından şöyle denir: “Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bir kısmını namazı dosdoğru kılmaları için, senin Beyt-i Haram’ının yanında, ekinsiz bir vadiye[41] yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmını onlara meylettir. [42] Ve onları bazı meyvelerle rızıklandır ki şükretsinler.”[43] Hacar umutsuzluk içindeyken Tanrı’nın meleği gelir ve ona der ki: “Nen var, Hacar? Korkma; çünkü bulunduğu yerden Allah çocuğun sesini işitti. Kalk çocuğu kaldır, ve onu kendi elinde tut, çünkü onu büyük millet yapacağım.”[44] İşte Kuran’a ve İslam inancına göre soyu İsmail’e dayanan bu büyük millet Araplardır ve son peygamber Muhammed’in de soyu İsmail’e dayanmaktadır. Tanah’da hikâyenin devamında Allah, Hacar’a burada bir su kuyusu buldurur ve Hacar’la oğlu burada yerleşirler. Daha sonra İsmail, Paran çölünde oturur ve Mısır diyarından bir kadın alır. Tanah’da bu noktadan itibaren İsmail hakkında bir şey söylenmez, lakin Kuran’a göre o bazı Arap boylarının atası olmasının yanı sıra peygamberdir de, ki Meryem suresinden şu alıntı bu konuyu daha da açık kılar: “Kur’ân’da İsmail’i[45] de an; çünkü o, vaadine sadık bir kuldu ve gönderilmiş bir peygamberdi. Ailesine ve çevresine namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi[46] ve Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti.”[47] Eski kentli Yahudilere göre Birşebe çölü Filistin’in güneyindeki Hicaz da dahil bütün çöl alanlarını kapsamaktadır ve İslam inancına göre Hacar’ın bulduğu bu su kuyusu Mekke’deki Zemzem Kuyusu’dur. Rivayete göre Güney Arabistan’ın (Kahtani) Curhum kabilesine mensup bir bedevi aileler grubunun zamanla buraya yerleşmesindeki sebep de bu su kuyusudur. İslam ilahiyatına göre Tanah’da Mısır diyarından geldiği söylenen İsmail’in aldığı kadın da bu kabilenin mensubudur. Böylece İslam’a göre İsmail, musta’ribe[48] (‘Araplaşmış’) kabilelerin atası olur. Yine İslam teolojisine göre İbrahim, İsmail’i bu bölgede periyodik olarak ziyaret etmiştir. Kuran’a göre bu ziyaretlerinin birinde İbrahim ve İsmail, Kabe’nin ilk binasını inşa etmişlerdir. Bakara suresine göre İbrahim ve İsmail bu inşa sırasında İsmail soyundan bir peygamber gelmesini de Tanrı’dan dilemişlerdir: “Ve ne vakit ki İbrahim, Beyt’in temellerini yükseltmeye başladı, İsmail ile birlikte şöyle dua ettiler: Ey Rabbimiz, bizden kabul buyur, hiç şüphesiz işiten sensin, bilen sensin. Ey bizim Rabbimiz, hem bizim ikimizi yalnız senin için boyun eğen Müslümanlar kıl, hem de soyumuzdan[49] yalnız senin için boyun eğen Müslüman bir ümmet meydana getir ve bize ibadetimizin yollarını göster, tevbe-mize rahmetle bakıver. Hiç şüphesiz Tevvâb sensin, Rahîm sensin. Ey bizim Rabbimiz, bir de onlara içlerinden öyle bir peygamber gönder ki, onlara senin âyetlerini tilavet eylesin, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretsin, içlerini ve dışlarını tertemiz yapıp onları pâk eylesin. Hiç şüphesiz Azîz sensin, hikmet sahibi sensin.”[50] Böylece kendi soylarını da İbrahim’e dayandıran Araplar, Muhammed’in Kuran’ı aracılığıyla İbraniler kadar seçkin bir kavim olduklarını da temellendirmiş olurlar ki bu durum Âl-i İmran suresindeki şu ifadelerde tam karşılığını bulacaktır: “Gerçekten Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu âlemler üzerine seçkin kıldı.”[51] Yine Âl-i İmran suresinde ve başka muhtelif surelerde Kuran kendini İbrahim şeriatının bir bildiricisi ve diğer kutsal kitaplarının devamı olarak sunar: “Deyiniz ki, ‘Biz, Allah’a iman ettik ve bize ne indirildiyse İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a ve torunlarına ne indirildiyse, Musa’ya ve İsa’ya ne indirildiyse ve bütün peygamberlere Rablerinden ne verildiyse hepsine iman ettik. Biz onların arasında fark gözetmeyiz ve biz ancak O’na boyun eğen Müslümanlarız.’”[52] İsmail’in Araplaşmış soyundan gelecek olan Âl-i İmran suresinde geleceği söylenen elçi Muhammed’dir ve Kuran’da Muhammed’in elçi olarak gelişi İsa’nın İncil’deki söylemlerine de dayandırılır ki Saf suresinde şöyle denir: “Meryem oğlu İsa da: ‘Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak[53] (geldim).’ demişti. Fakat onlara[54] apaçık delillerle gelince ‘Bu, apaçık bir büyüdür.’ dediler.”[55][56]

[1]            Bakara 30.

[2]            Tabii bu noktada şeytanın da bir melek olup olmadığı, eğer melekse nasıl olup da Tanrı’ya karşı çıkıp “fallen angel” durumuna düştüğü tartışmalarına hiç değinmiyoruz, çünkü bu tartışmaların cevabı anlaşılacağı gibi benim için açıktır: Bu anlatıda meleklerin Tanrı’ya karşı gelememeleri gibi bir öznitelikleri olmamasıyla ancak kurgu tutarlı bir yapıya kavuşabilir.

[3]            Çünkü Kuran’da Hicr suresinde Şeytan Tanrı’ya insanları günah işlemeleri için ayartacağını söylediğinde Tanrı’nın cevabı, “Benim için doğru yol budur.” Yani “Benim istediğim (de) budur.” olur. Anlam örgüsü içinde bu cümleden çıkan anlam her ne kadar şeytan, Tanrı’ya ‘başkaldırıyor’ gibi görünüyorsa da Tanrı’nın planında insanların iyi ve kötü arasında seçim yapması için kendisine verilen serbestinin sınanması için provokatif bir ajan görevi üstlenmektedir aslında.

[4]            Bakara 30.

[5]            Muhammed Esed bu ifadeyi Allah’ın Âdem’e kavramsal düşünme becerisi ihsan etmesi olarak anlamaktadır, ki bu ifadeyle ilgili düştüğü dipnotunda şöyle yazar: “Lafzen, bütün isimleri.” Bütün dilbilimcilere göre isim terimi, “bir maddenin, bir eylemin veya bir niteliğin bilgisini temsil eden ayırt edici ifadeler”e (Lane IV, 1435); felsefe terminolojisinde ise “kavram”a işaret eder. Buradan hareketle, “tüm isimlerin bilgisi”nin, bu anlam örgüsü içinde mantıki tanımlama ve dolayısıyla kavramsal düşünme melekesine delalet ettiği sonucuna varabiliriz. Burada “Âdem” ile bütün bir insan soyunun kastedilmiş olması, daha önce geçen, meleklerin “orada bozgunculuğa ve yozlaşmaya yol açacak birini mi şeklindeki itirazlarıyla ve ayrıca 7:11 ile iyice pekiştirilmiştir.” Muhammed Esed, Kuran Mesajı, çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret Yayınları, İstanbul, 2002, s. 12. (Muhammed Esed’in çok faydalandığım bu tefsirini daha sonra ‘Esed’ diye kısaltarak anacağım.)

[6]            “Dünyada bir varis”. Halife terimi -”(başkasının) yerini aldı” anlamındaki ‘ha-lefe’ fiilinden türemiştir- bu temsilde insanın yeryüzündeki hâkimiyetini göstermek için kullanılmıştır, ki bu da müfessirlere göre, en uygun olarak “yeryüzünde ona sahip çıkacak” şeklinde (mülkiyetinin kendisine emanet edilmiş olması anlamında) çevrilebilir. Bkz. Bütün insanlardan ‘yeryüzünün halifeleri’ olarak söz edilen Enam 165, Neml 62 ve Fatir 39.

[7]            Bakara 30.

[8]            Tekvin 2:10-14: “Ve bahçeyi sulamak için Aden’den bir ırmak çıktı; ve oradan bölündü ve dört kol oldu. Birinin adı Pişon’dur; kendisinde altın olan bütün Havila diyarını kuşatır; ve bu diyarın altını iyidir; orada ak günnük ve akik taşı vardır. Ve ikinci ırmağın adı Fihon’dur; bütün Kuş ilini kuşatan odur. Ve üçüncü ırmağın adı Fırattır.”

[9]            Yeni Ahit’te İsa’ya atfedilen şu istisnai ayet dışında: “Siz kitapları ve Allah’ın kudretini bilmediğinizden sapıtıyorsunuz; zira kıyamette onlar ne evlenir, ne de kocaya verilirler, ancak gökte olan melekler gibidirler” Matta (22: 29,30).

[10]          Bu durumu özellikle Kuran için belirtmek gerek çünkü Tanah cenneti zaten yeryüzünde tasvir etmektedir (Tekvin 2:10-14), İncil’e gelirsek, benim anladığım orada yeniden dirilmek yalnız inanan ve inancının gereğini yerine getiren insanlara tanınan bir ödül iken Kuran’da iyi ya da kötü herkesin diriltileceğinden bahsedilir.

[11]          Bu kişi Âdem oluyor.

[12]          Biraz zorlama gibi görünse de Tanah’da Aden bahçesi olarak geçen yerin Adana (Edene) olabileceğini düşünmüşümdür hep. Çünkü bir görüşe göre, ormanlık yörelerde yaşadığına inanılan Fırtına Tanrısı ADAD (Tesup) adının, ormanları bol Toroslar ile Seyhan nehri bölgesinin oluşturduğu Adana yöresine ad olarak verilmiş olduğuna inanılmaktadır. ADAD Hititler’in, TESUP da Suriye ve Mezopotamya kavimlerinin Fırtına Tanrısı’dır. Bu gruplar birbirlerinden düşünce, ad ve yazı tarzlarını alıp verdikleri için bu gelişimin olması kuvvetle muhtemeldir. Fırtına Tanrısı yağmuru, yağmur da bereketi getirdiği için bu bölgede çok sevilen sayılan bir Tanrı olarak yaşamış ve ona izafeten bu bölgeye de URU ADANIA yani ADANIN bölgesi de denmiş olması mümkündür. İbranilerin de Tanah’ı oluştururken bölgedeki kavimlerin efsanelerden bolca yararlandığı ve yine bölgenin bitki örtüsünün zenginliği bakımından Tanah’da bahsedilen Aden bahçesini andırdığı düşünülürse bu hiç de ya-bana atılmayacak bir iddia gibi görünüyor.

[13]          Bu bahçe cennet oluyor.

[14]          Tekvin 2:16-17.

[15]          Bu kadın Havva oluyor. Burada şunu da belirtmek gerekiyor ki birçok Musevi dini kaynağı Havva’nın Âdem’in ikinci karısı olduğu görüşündedir ki bu görüşü haklı kılabilecek bir biçimde Tekvin’in bundan önceki 1. Babında “Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı, onu Allah’ın suretinde yarattı; onları erkek ve dişi olarak yarattı” (Tekvin 1:26) denmektedir. İnanışa göre Âdem’in ilk karısı Lilith, aynı zamanda ve aynı anda yaratıldıklarından Âdem’in kendisine eşit olduğu görüşüne sahip olacaktır (tarihin ilk feministi), bu sebeple de Âdem’e tabi olmayı şiddetle reddederek Tanrı’ya asi olacak ve cennetten uzaklaştırılacaktır. Bundan sonra Tanrı, Âdem’in kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır. Havva sonuçta erkeğinin bir parçasından yaratıldığından ona tabi olacaktır. Âdem ile Havva ilk günahı işleyip cennetten kovulduktan sonra çocukları olacak ve Lilith bunu kıskanarak bundan sonra Âdemoğullarından doğacak her bebeği öldürmeye yemin edecektir.

[16]          Şeytan.

[17]          Tekvin 3:2-5.

[18]          Tekvin 3:17-19.

[19]          Bakara 34.

[20]          Araf 12.

[21]          Yahut: “… hataya düşmeme, sapmama izin verdin.” ‘Eğvahu’ ifadesi “yoldan çıkmasına, sapmasına sebep oldu (ya da izin verdi)” anlamına geldiği gibi, “umutsuzluğa sürükledi”, ya da “istediği, arzuladığı şeye ulaşmasını önledi” anlamına da geliyor. (Karş. William Edward Lane, Arabic-English Lexicon, London, 1863-1893, VI, 2304 vd.) İblis’in sözleri, onun melekler arasındaki eski konumunu kaybetmesini de ima ettiğine göre, bu durumda Muhammed Esed’in bu ifade için benimsediği “benim yoldan çıkmamı istedin” şeklindeki karşılık uygun gibi görünüyor (Esed, s. 271).

[22]          Bu deyimsel ifade ve Muhammed Esed’in verdiği karşılık için bkz. Esed, Bakara 255’teki benzer cümle. “O, insanların apaçık önlerinde olanı da bilir, onlardan gizli tutulanı da.” -Hemen sonra gelen “Onların sağlarından ve sollarından…” ifadesi “her yönden ve mümkün olan her vesileyle, her vasıtayla”anlamına gelmektedir.

[23]          A’raf 15-18.

[24]          Tekvin 4:6,7.

[25]          Maide 27.

[26]          Tekvin 6:5.

[27]          Tekvin 6:13-21.

[28]          Yani, Lut kavminin iki şehri Sodom ve Gomore’nin başına gelenleri (bkz. Araf 80-84 ve Hud: 69-83). Nuh toplumunun, Ad ve Semud’un ve Medyen (Eski Ahid’de geçen ismiyle Midian) halkının başına gelen felaketler Kuran’ın muhtelif surelerinde yer almaktadır; bunlar için bkz. özellikle Araf 59-79 ve 85-93 ve Esed’deki ilgili notlar. İslam yorumcuları, İbrahim toplumuna ilişkin atfın, O’nun tebliğ ettiği tevhid inancına karşı çıkan Babillilerle ve onların ilk imparatorluklarının MÖ 1100 dolaylarında Asurlular tarafından yıkılmasıyla ilgili olduğunu düşünmektedirler.

[29]          Tevbe 70.

[30]          Tekvin 11:6,7.

[31]          “Yüce baba” manasındadır.

[32]          “Cumhurun babası” manasındadır.

[33]          Tekvin 17:1-8.

[34]          Yani, daha önceki yıllarda doğan Hz. İsmail’den sonra (karş. Enbiya 72).

[35]          Öteki bazı özellikler yanında O’nu “insanların önderi” kılmak suretiyle (Bakara 124).

[36]          Ankebut 27.

[37]          Bu ‘vaad edilmiş toprakların’ daha açıklayıcı bir tarifi Tekvin’in 15. babında yapılmıştır: “Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar, bu diyarı, Kenileri, ve Kenizzileri, ve Kadmonileri, ve Hittileri, ve Perizzileri, ve Refaları ve Amorileri, ve Kenanlıları, ve Girgaşileri, ve Yebusileri senin (İbrahim) zürriyetine verdim” (Tekvin 15:18-21). Anlaşılan o ki bahsi geçen bu yer kısmen Mısır, Arap Yarımadası, Mezopotamya ve Anadolu’yu kapsayan geniş bir alandır.

[38]          Filistin, İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un yaşadığı, başka pek çok peygamberin gözüktüğü bir ülke olacak, ki kendisinden ‘kutlu kılınmış’ (ya da ‘bolluk/bereket bahşedilmiş yer’) olarak söz ediliyor.

[39]          Araf 137.

[40]          Tekvin 21:12,13.

[41]          Yani Mekke’nin çıplak, kayalarla çevrili dar ve çorak vadisi. “Çocuklarımdan bir kısmı” ifadesiyle İbrahim’in, İsmail’i ve O’nun soyundan geldiğine inanılan Mekke sakinlerini kastettiği düşünülür.

[42]          İslam yorumcuları bu ifadeyi “insanları, hac dolayısıyla Mekke’yi ziyaret etmekte ve oranın sakinlerinin bu kutsal ama çorak beldede geçinmelerini kolaylaştıracak yönde yardımcı olmakta istekli kıl” şeklinde yorumlarlar. Onlara göre ‘Ef ideten mine’nü nas’ ifadesi “insanların bazılarının kalpleri” şeklinde de anlaşılabilir, ki bu durumda bu ifadeden “müminlerin kalpleri” anlamı çıkarılabilir (Beğavi, Razi, İbni Kesir).

[43]          İbrahim 37.

[44]          Tekvin 21:17,18.

[45]          Bu ayetin öncesinde İbrahim’in İshak kolundan gelen Musa’dan söz edildikten sonra, Hz. İbrahim’in ilk oğlu ve “kuzey” Arap boylarının ve dolayısıyla Kureyş kabilesinin bir mensubu olarak, Muhammed (s)’in atası olan İsmail’e dikkat çekilmektedir.

[46]          Bu ifadeyle, muhtemeldir ki Hz. İsmail’in salatı ve zekatı zorunlu ibadet biçimleri olarak vaz’eden peygamberlerden olduğu anlatılmak isteniyor.

[47]          Meryem 54, 55.

[48]          Bu şekilde anılmalarının sebebi İbrani bir baba ve Kahtani bir anneden gelmeleridir.

[49]          “Soyumuzdan” ifadesi, İbrahim’in ilk oğlu İsmail’e işaret eder ve bu işaret müfessirlere göre İsmail’in soyundan gelen Peygamber Muhammed’e dolaylı bir atıftır.

[50]          Bakara 127-129.

[51]          Al-i İmran 33.

[52]          Bakara 136.

[53]          İslam yorumcularına göre bu öngörü, Yuhanna İncili’nde Hz. İsa’dan sonra geleceği belirtilen ‘Parakletos’a (ki genellikle “Teselli Edici/Ruhu’l Kuds” olarak çevrilir) yapılan muhtelif atıflar tarafından desteklenmektedir. Onlara göre bu deyim, Arami ‘Mawhamana’ adının veya teriminin tam Yunanca karşılığı olan ‘Periklytos’un (“Çok Övülen”) bozulmuş şeklidir. (Arami dilinin, Hz. İsa zamanında ve ondan yüzyıllar sonra Filistin’de kullanılan ve İncil’in -yine İslam yorumcularına göre- şimdi ortada bulunmayan -orijinal- metinlerinin dili olduğu hatırlanmalıdır. Dolayısıyla İslam yorumcuları ‘Periklytos’ ve ‘Parakletos’un fonetik olarak birbirlerine yakınlığı karşısında, çevirmenlerin -yahut daha büyük bir ihtimalle sonraki tarihlerdeki yazıcıların- bu iki ifadeyi karıştırdıklarını düşünürler. Onlara göre hem Arami Mawhamana hem de Yunanca ‘Periklytos’un ikisinin de ‘hamide’ (“övgü”) adından türetilmiş olan Son Peygamber’in iki adı ‘Muhammed’ ve ‘Ahmed’ ile aynı anlamı taşımış olmasının önemi büyüktür. İslam yorumcularına göre Peygamber Muhammed (s)’in zuhuru ile ilgili daha açık bir öngörü (ki bizzat adıyla ve Arapça aslındaki şekliyle zikredilmiştir), şimdi uydurulmuş olarak görülse de doğruluğu o zaman kabul edilen ve Papa Gelasius tarafından “zındıkça” görülüp yasaklanan ve MS 496 yılına kadar kiliselerde okutulan Barnabas İncili’nde yer almıştır. Ancak bu İncil’in orijinal metni şimdi ortada olmadığından (sadece 16. yüzyılın sonlarındaki bir İtalyanca tercümesi elimizde olduğundan) bu hususun doğruluğu konusunda emin olmak mümkün değildir. Fakat bu yorumcuların Yeni Ahit’teki bir terimin anlamı ile Muhammed’in adının anlamının aynı olmasından yola çıkarak bunu Muhammed’in gelişinin kehaneti olarak yorumlamaları pek de güçlü bir kanıtlama gibi durmamaktadır.

[54]          Yani, Kitab-ı Mukaddes’in sonraki izleyicilerine.

[55]          Kuran’a işaret (bkz. Müddessir:24,25 ve Esed’deki ilgili not 12).

[56]          Saf 6.

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.