Hıristiyanlık ve Antik Yunan Felsefesi
Bütün bunların dışında Hıristiyanlık, Yunan felsefesinden de oldukça etkilenecektir. Öyle ki kendilerince sapkın buldukları yukarıdaki gibi akımlara karşı çıkan kilise babaları bile hem Yunan felsefesinden hem de sapkın buldukları bu akımlardan etkileneceklerdir. Hıristiyanlığın Yunan felsefesinin etkileşebilmesinin imkânının oluşmasındaki en önemli sebeplerden biri de zaten Aristoteles sonrası Yunan felsefe akımlarının aydınlar için dinin yerini dolduracak dünya görüşleri ortaya koymak için dini bir renk almış olması ve bu dönem Yunan felsefesinin dini bir döneme girmiş bulunmasıdır. Ayrıca Roma İmparatorluğu içinde Helenistik kültlerin yaygınlaşması da din hayatına canlılık ve renklilik getirerek dinden fazlasıyla etkilenmiş felsefi akımların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. İşte bu din ve felsefenin sınırlarında gezen Yunan felsefi akımları da içinde birtakım mistik unsurlar içermiş olan Pytagoras ve Platon’un öğretilerini dini bir bakış açısıyla yeniden ele alacaklardır. İlk çağdaki Yunan felsefesinin bu dini döneminde metafiziğin belirgin özelliklerinden ilki Tanrı yani iyi ile madde yani kötü arasındaki karşıtlıktan doğan bir dualizm anlayışıdır. İkinci olarak, “Tanrı ile insan arasındaki boşluğu, türlü derecelerden çeşitli daimonlar[1] ile dolduran bir daimonologie (Daimonlar öğretisi) geliştirilmiştir.” Son olarak bu dönem Hin-duizmdeki reankarnasyon inancına benzer bir biçimde: “Ruhun ölmeyip çeşitli kılıklara giren bir süreç olduğu, göçtüğü (metem-psykosis) inancı benimsenmiştir.” İşte bu genel özelliklere sahip dönemin dinle karışan Yunan felsefesinin gelişmesinde en önemli aracı rolünü Helenleşmiş bir Yahudi olarak tanımlayabileceğimiz Philon (yakl. Ol. MÖ 25-MS 50) oynamıştır. İskenderiye’nin tanınmış bir Yahudi ailesine mensup olan ve kendisi de dini bütün bir Yahudi olan Philon’un amacı Tanah ile Yunan felsefesinin özdeşliğini kanıtlamak olacaktır. Ona göre: “Platon’un ideaları Tanrısal Aklın, Tanrısal Logos’un düşünceleridir.”[2] Böylece Platon’da öncesiz ve sonrasız olan idealar Philon’un öğretisinde İbrahimi Tanrı’nın aklının ürünleri yani onun yaratmaları halini alacaklardır.
İsa’nın Tanrı ile ilişkisi hakkında 2. ve 3. yüzyıllarda birbirinden farklı birçok görüş ortaya çıkmıştır. Aralarında şehit Justin’in de (100-165) bulunduğu bir grup, Mesih’i Logos olarak tanımlarken onun ikinci bir Tanrı olduğuna inanmıştır. İsa Mesih’te beden almış Logos, Baba Tanrı’dan çıktığı ve özde aynı olduğu halde Baba’nın varlığını azaltmamış ya da bölmemiştir. Bunu bir mumun başka bir mumu yakmasına benzetmiştir ve Logos’u ışıktan ışık olarak tanımlamıştır. Justin, özellikle Philon’un öğrettiği Logos kavramına benzer bir şekilde Tanrı’nın Logos aracılığıyla yarattığı bu dünyayla ilişkide bulunduğuna inanmıştır. Ama öte yandan ünlü Yahudi filozofun görüşlerinden ayrılarak Logos’un insanların kurtuluşu için İsa’da beden aldığına da inanmıştır. Justin Marter aynı zamanda Logos’un sonsuzdan beri var olduğuna ve dolayısıyla da sonsuzdan beri öğrettiğini düşünmüştür. Logos İsa Mesih bedeninde dünyaya gelmeden önce de hem Eski Ahit’teki kişilere hem de felsefecilere öğretmiştir. Hatta Justin’e göre Sokrates, İsa gelmeden önceki bir Hıristiyandır. Çünkü zaten Sokrates’e Yunan felsefesine göre Logos’u öğreten İsa’nın kendisiydi.
Antakyalı Teofilos hem sapkın gördüğü öğretilere hem de Yunan felsefelerine karşı çıkmıştır. Özellikle Platon’u suçlamış; fakat Yunan felsefecilerinin birçok görüşünü Eski Ahit’ten aldıklarını savunarak aslında Yunan felsefesi ve Hıristiyan öğretisinin o dönem birbirleriyle etkileştiğini de kabul etmiş olacaktır.
İskenderiyeli Klement (150-215) ise farklı felsefe ekollerinin içinde bulunduğu halde özellikle Platon’dan etkilenmiştir. Kle-ment Tanrı’nın İsrail’e Eski Ahit’i, Yunanlara ise felsefe anlaşmasını verdiğine inanmıştır. Diğer bazı kilise babalarının da söylediği gibi Yunan felsefecilerin felsefelerini Tanrı’nın kendisinden aldığını da söylemiştir. Klement’e göre Yunan felsefesi Hıristiyanlık için Tanrı’nın kullandığı bir hazırlıktır ve Tanrı her iyi şeyin kaynağı olduğuna göre felsefenin de, Kutsal Yazılar’ın da kaynağıdır. Hatta Yunan filozofların Logos’tan esin aldıklarını ve Musa’dan çok şey öğrendiklerini söylemiştir. Ona göre İsa Logos’tur, Kutsal Tanrı ve Sözü’dür ve her zaman var olmuştur. O insanlığın rehberi ve her Hıristiyan’ın gerçek eğiticisidir. Klement ayrıca Logos’un insanlığı kurtarmak için kanını döktüğüne de inanmış ama öte yandan onun gerçek insan yönüne pek değinmemiştir. Sadece öyle görünmeyi seçtiği için Logos’un aramızda bir insan olarak yaşadığını söylemiştir.
Origenes (184-254), Yunan felsefesinde faydalı ve yapıcı hakikatler bulduğu halde gerçek vahyin tek kaynağının Kutsal Kitap olduğuna inanmıştır. Bu yüzden de Kutsal Kitap üzerinde daha çok çalışabilmek için Origenes yaşamını çok az uyuyarak ve çok az yiyerek geçirmiştir. Kendini tamamen yönettiği okula, Yunan felsefesine, özellikle de Kutsal Kitap’a ve duaya adamıştır. Hatta çalışkanlığı dedikodu ve kıskançlığa bile yol açmıştır. Sezaryeli Eusebius, Origenes’in okulda genç bayanları da eğittiği için oluşabilecek iftira ve dedikodulardan korunmak amacıyla kendini hadım ettiğini yazmıştır. Kimisine göre Origenes’in bu eylemi Matta’daki şu sözlerin etkisiyle gerçekleşmiştir: “Çünkü anadan doğma hadım vardır, ve insanlar tarafından yapılmış hadım vardır, göklerin melekûtu uğrunda kendilerini hadım edenler de vardır. Bunu kabul edebilen kabul etsin.”[3]Origenes, Platoncu bir düşünürdü. Onun öğretisi hakkındaki bilgilerimiz Peri arkhon/ İlkeler Üzerine adlı yapıtından kalan parçalardır ki bu yapıt aynı zamanda Hıristiyanlık ile ilgili öğretileri bir araya getirmeyi deneyen ilk derlemedir. Bu derlemede Platon’un görüşleri ile Hıristiyan öğretisi harmanlanmış gibidir. Ona göre evren Tanrı’nın sonsuz bir yaratmasıdır ve belli bir zamanda var olmamıştır ki bu görüş İbrahimi anlatının Tanrı’nın evreni belli bir zamanda (7 günde) yarattığı anlayışıyla uyuşmamaktadır. Origenes yine bu görüşünün doğal bir sonucu olarak ruhların bundan önce de varoldukları (prae-existentia) ve bundan sonra da var olacakları (postexistentia) görüşüne ulaşacaktır ki bu görüş de Hıristiyan görüşü değildir. Origenes’in bu görüşü Platon’un Menon ve Phaidon kitaplarında işlediği ruhun bu dünya ile başka dünyalar arasında gidip geldiği görüşünün aktarılmasıdır. Origenes, İsa Mesih’e de Tanrı-insan olarak inanmıştır. Ona göre Mesih İsa Hikmet, Söz, Işık ve Gerçek olan ve Tanrı’dan türeyen Logos’un bedenleşmesiydi. Origenes özellikle Üçlübirlik konusunda öğretmiştir. Adil, iyi ve her şeyin yaratıcısı olarak Baba’nın başlangıçtan beri var olduğuna inanmıştır. Baba her zaman var olduğu gibi Oğul da her zaman vardı. Nitekim bir Oğlu vardı ki Baba her zaman Baba’ydı. Ya da başka bir açıdan Baba her zaman Baba olduğuna göre her zaman bir Oğlu da olması gerekti. O Baba’nın sureti olduğu için de her zaman Baba’ya bağlı ve Ona tabi idi. Aynı zamanda Mesih’in Bakire tarafından Kutsal Ruh’un işlemesiyle doğduğuna, çektiği acıların ve ölümünün gerçek olduğuna da inanmıştır. Ona göre İsa öldükten sonra gerçekten dirilmiştir, öğrencilerle konuşan İsa hayalet değildir ve daha sonra da gerçekten göğe yükselmiştir. Az ya da çok Tanrı’dan uzaklaştıkları, yani düştükleri için kendiliğinden iyi olamayan varlıkların hepsi özgür iradeleriyle “iyi”ye sarılmak zorundadırlar. İşte bu varlıkların bu günahlarından arınması için Tanrı maddi dünyayı yaratmış ve her ruh bir bedene bürünmüştür. İnsan düşmüşlük bakımından en az düşmüş olan melekler ile en çok düşmüş olan Şeytan arasında bir yerdedir ve bu düşmüşlükten kurtulmak için yapması gereken düşmüşlük yüzünden kendisine bulaşmış olan kötülüğü yenmektir. Ama tam bir kurtuluş Logos’un bedenleşmesi olan İsa sayesinde olabilir. Origenes’e göre sadece bütün insan ruhları değil Şeytan ve avanesi de kurtularak Tanrı’ya döneceklerdir. Dolayısıyla Origenes şimdiki çağ sona erdiğinde başka bir çağın başlayacağına inanmıştır. O çağda yeniden doğmuş olanlar mutluluk içinde yaşayacaklardır.
İmdi Hıristiyanlık ve Yunan felsefesi etkileşiminin satır başlarını gözden geçirdikten sonra denebilir ki Hıristiyanlığın Yunan felsefesiyle ilişkisi ona naif Yahudilikte olmayan bir başka renk de getirmiştir; o da Derrida’nın da belirttiği gibi Hıristiyanlığın felsefede olgunluğa ulaşan mutlak bilginin ‘Vorstellung’una yani temsiline ya da öne çıkmasına dönüştürülmesidir. Lakin Hıristiyanlık ve Yunan felsefesi arasındaki bu etkileşimin asıl kaybedeni Antik dinleri Yeni Platonculuk ile kalkındırarak kurtarmayı deneyen Yunan felsefesi olacaktır. Nitekim 529 yılında Doğu Roma İmparatoru Justinianus, Yeni Platoncu bir tutumda olan Atina’daki “Aka-demia”yı kapayacak ve Hıristiyanlığa aykırı bulduğu Yunan felsefesinin okutulmasını da yasaklayacaktır. Bu olay Antik felsefesinin sona erişinin gözle görünür belirtisidir. Ama zaten antik Yunan felsefesi: “Yeni-Platonizm ve Patristik ile öz ilkesinden uzaklaşıp içten de yaratma, başarma gücünü tüketmişti.”[4] Bundan sonra Antik felsefenin Hıristiyan dünya görüşü açısından sürüp gitmesi olacak olan Ortaçağ felsefesi dönemi başlayacaktır.
İmdi burada Antik Çağ Yunan felsefesi ile Hıristiyanlığın etkileşmesinin sonuçlarını iki dünya görüşünü karşılaştırarak ele alalım. Öncelikle Hıristiyan Tanrı anlayışı antik Yunan Tanrı anlayışıyla tamamen karşıtlık oluşturmaktaydı. Hıristiyanlığın her şeyi yoktan var eden Tanrı anlayışı Tanrı ve insan arasına aşılmaz bir uçurum, giderilemez bir ayrılık yerleştirmekteydi. Ortodoks Hıristiyanlığın Tanrı insan ilişkisine dair bu anlayışı da pratik birtakım sonuçlar doğurmuştur. Şöyle ki theosentrik bir din olan Hıristiyanlığa göre Tanrı bütün evrenin merkezidir; varlık Tanrı istediği için vardır. Dolayısıyla insan da varoluşunu Tanrı’nın istemesine borçlu olduğundan hayatının tek anlamı onun isteklerini yerine getirmektir. Bu dünya Tanrı’nın kendini açaması için vardır; onun açınmasıdır (vahiy). Dolayısıyla Tanrı’nın irade ve özünün dile gelmesi bakımından vahiy tek doğrudur; tek geçerli bilgidir. Bundan dolayı Hıristiyanlığa göre en büyük erdem ve dindarlığın özü alçakgönüllü olmak (humilitas); Tanrı karşısında alçalmaktır. Bu düşüncenin sonucu olarak insan iktidarını Tanrı’dan ödünç alan ana baba, devlet gibi otoritelere itaat etmekle de yükümlüdür. En büyük kötülük ise Tanrı’ya eşit olmaya, kendini onunla bir tutmaya kalkışmak; onun sırlarına ulaşabileceğini düşünmek, yani kibirdir. Oysa antik çağın anlayışında Tanrı evrenin mimarı, yapı ustasıdır (Demiourgos) ve biçimlendirdiği madde de Tanrı gibi öncesiz ve sonrasızdır; dolayısıyla Tanrı evreni biçimlendireceği maddeyi yaratmamış, hazır bulmuştur. Anaxagoras’ın nous ve spermata kavramları bu anlayışa güzel bir örnektir. Yeni-Platon-culukta bütün varlıklar Tanrı’dan “pay aldıklarından” yani ondan türediklerinden aslında onunla aynı özden yani özdeştirler. İşte bu uzlaşmaz Tanrı anlayışları yüzünden antik Yunan felsefesi Ortodoks Hıristiyan görüşünün aşkın Tanrı anlayışıyla sürekli bir çatışma içinde olacak ve Resmi Hıristiyan görüşünün içine sızan Yeni-Platonculuk, onun Tanrı-insan ilişkisi anlayışını gnostisizme doğru kaydıracaktır. Hıristiyan anlayışın antik Yunan felsefesinin farklılıklarından biri de Hıristiyanlığın Tanrı’ya da ruha da kişilik atfetmesidir. Hıristiyanlığa göre Tanrı ve insan ruhu arasında sen-ben ilişkisi vardır ki bu durumda Tanrı’nın karşısında; Tanrı’nın bakışlarının üzerinde toplandığı insan ruhu yalnız ve tek başınadır. Yani bu iki kişilik birbirine yabancı ve kapalı bir durumdadır. Oysa Herakleitos ve Stoa’nın Logos’u evren içinde bölünmüş, dağılmış bir haldedir ve kişiliksizdir. Antik Yunan felsefesi insan ruhunu da kişisel değil doğal bir faktör olarak görmüştür. Ruh (psyke) ve can (bios) kavramlarının sıkı sıkıya birbirine bağlı ol-duğu antik Yunan felsefesinde insan ruhları Hıristiyan görüşündeki gibi yapayalnız da değildirler; evren ruhunun dallanıp budaklanmasıyla oluşmuş dallar gibi evren ruhuna bağlıdırlar. İşte antik Yunan felsefesinden etkilenen panteist Gnostikler bu yüzden Tanrı’yla birleşebilmek için hem Tanrı’nın kırılmaz bir çember gibi duran kişiliğini Logos’a dönüştürmeye çalışmışlar hem de esrime (ekstasis, vecit) ile ben’in sınırlarını kırarak kapalılığını aşmaya çalışmışlardır. Son olarak antik Yunan felsefesi ve Hıristiyanlığın ölüme bakış açısındaki farklılığa değinmek gerekir. Antik Yunan felsefesinin ölüme yaklaşımı bir şekilde ondan kurtulmaktan ziyade onun karşısında alınacak tavırla ya da onun bilgisiyle ve ona dair korkuyu insan aklının yenebileceği bir yanılma olarak görerek onu yenmekle ilgilenmekteydi. Platon, Apologia’da ölümün, hiçbir şey duyulmayan derin bir uyku durumuna girmek ya da insanı yeni ödevlerin beklediği yeni bir hayata geçiş olarak anlamakta ve her iki durumda da korkulacak bir şey olmadığını belirtmekteydi. Phaidon kitabında ise ruhun bileşik değil yalın bir birlik olduğundan ölmeyeceğini savunuyordu. Stoacılığa göre ise ölüm, insan hayatının evrene karışıp erimesi-anayurda dönmesi böylece belirleniminin tamamlanması demekti. Epikurosçuluk ise kısaca “ölümden bana ne!” diyordu. Oysa Hıristiyan anlayışın sözcüleri diyebileceğimiz Pavlus ve Augustinus’a göre ise ölümü görmezden gelen bu yorumlar insanın kendi kendini kandırmasından başka bir şey değildir. Günah gibi insanın özü ile ilgili olan ölüm korkusu ancak ölümden kurtulma ile mümkündür ve bu da ancak Tanrı’nın inayetiyle gerçekleşebilir. Dolayısıyla “Hıristiyan teolojisinin geliştirdiği antropolojiler (Pavlus’tan Calvin’in meditatio futurae vitae’sine kadar), ‘yaşamı’ yorumlarken ölümü hep dikkate almıştır”.[5]Ama daha sonra daha ayrıntılı olarak değineceğimiz gibi Hıristiyanlığın Antik Yunan anlayışından soruşturmamız açısından en büyük farkı tarihe bakışıdır. Hıristiyanlık açısından insanlık tarihi Antik Yunan görüşündeki döngüsel yapısına karşıt bir biçimde başı ve sonu belli düz çizgisel İbrahimi anlatıdır. Dolayısıyla Albert Camus’nün de Hıristiyanlık için dediği gibi: “Doğa bu dramın dekorundan başka bir şey değildir artık. Hıristiyanlık insanla doğanın güzel dengesini, bütün ilkçağ düşüncesini ışıklandıran şu insanın doğayı benimseyişini bozar, bunu da tarih yararına yapar.”[6]
[1] Tanrı ile insan arasında kalan ve iyi de kötü de olabilen bu daimonlar İbrahimi anlatıdaki meleklerle benzerlik göstermektedir.
[2] Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, s. 115, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1998.
[3] Matta 19:12.
[4] Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, s. 122, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1998.
[5] Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, çev. Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008, s. 264
[6] Albert Camus, Başkaldıran İnsan, çev. Tahsin Yücel, Can Yay., İstanbul, 1998, s. 187.