Artık kökleşen Hıristiyanlık geleneğinden sapma olan bir başka akım da monarkianizm olacaktır. Monarkianistler baba-oğul-kutsal ruh şeklindeki üçlü birlik kavramını reddedecekler, Tanrı’yı mutlak güç olarak göreceklerdir. Dynamistik ve modalis-tik olamak üzere ikiye ayrılan monarkianistlere göre vaftiz sırasında Tanrı gökten seslenerek, “bu benim sevgili Oğlumdur, ondan hoşnut oldum” dediğinde insan olan İsa’yı evlat edinmiştir. Buna karşı kilise, doktrinini şekillendirirken, Modalizm’e karşı Yeni Ahit’te Üçlübirlik’in üyelerinin aynı anda sahneye çıktığı örneklere dayanacaktır. Mesela kiliseye göre Matta kitabında monarkaist-lerin alıntıladığı bu metinde İsa’nın vaftizi sırasında İsa vaftiz olmakta, Baba hoşnut olmakta ve Kutsal Ruh da aynı anda bir güvercin gibi İsa’nın omzuna konmaktadır: “Ve İsa vaftiz olunup hemen sudan çıktı; ve işte, gökler açıldı, ve Allah’ın Ruhunun güvercin gibi inip üzerine geldiğini gördü; ve işte, göklerden bir ses dedi: Sevgili Oğlum budur, ondan razıyım.”[1]
Fakat kilisenin asıl uzun yıllar mücadele edeceği akım Ariusçuluk olacaktır. Libya kökenli Mısırlı bir ailenin oğlu olan Arius, dönemin önemli kenti İskenderiye’de büyümüş ve 312 yılında da Kilise’ye katılarak rahip olmuştur.[2] Arius’un fikirlerinin gelişiminde en önemli ilham kaynağı ise, Antakyalı Lucian olarak bilinen ve “Hıristiyanlığın monoteist Yahudi kaynaklarına önem veren”, yani Nasrani öğretisine yakın olan bir başka ünlü rahiptir. Arius, Yeni Ahit kitaplarını Antakyalı Lucian kanalıyla kendisine ulaşan Nasrani öğretisine uygun olarak yorumlamış; vardığı sonuç, o sıralarda Roma Kilisesi tarafından kabul edilmiş olan ve İsa’yı Tanrı sayan öğretinin yanlışlığı olmuştur. Arius’a göre İsa için kullanılan “Tanrı’nın Oğlu” sıfatı tamamen mecazi bir anlama sahiptir ve onu asla ilahlaştırmamaktadır. Ona göre, sonsuzdan beri var olan Tanrı Bir ve Tek’tir, İsa ise sonradan Tanrı tarafından yaratılmıştır. Bunu ispatlamak için Matta İncili’ndeki “Ne mutlu sulh edicilere; çünkü onlar Allah oğulları çağırılacaklar”[3] ayetini gösterecek ve Tanrı’nın isteklerine uygun davranan herkes için bu sıfatın geçerli olduğunu, bunun İsa’ya özel bir kavram olmadığını vurguluyacaktır. “Aslında biz de Tanrı’nın oğulları haline gelebiliriz” diye yazmıştır. Arius’a göre İsa’yı diğer insanlardan üstün kılan özelliği, “Tanrı’nın seçilmiş Mesihi” olmasıdır. Yani Arius-çular, Mesih’i Monoteist bir sisteme yerleştirmeye çalışmışlardır. Arius’a karşı çıkanlardan en meşhur isim o zaman İskenderiye Kilisesi’nin bir diakonu (hizmetkârı), daha sonra ise kilisenin piskoposu olan İskenderiyeli Athanasius olacaktır. Athanasius, Mesih İsa’yı yaratılmamış, ezelden beri var olan Tanrı Baba ile aynı özü olan gerçek Tanrı olarak kabul etmiştir. Arius ve Athenesius arasındaki bu kavga uzun yıllar sürecek, Athanasius, Ariusçular için en tehlikeli düşman olacaktır. Bu yüzden de Eusebius başta olmak üzere Ariusçular dedikodular ve yalan suçlamalarla Athanasius’a hayatı zehir etmişlerdir. Athanasius bir adamı öldürdüğü ya da Mısır’dan Roma’ya buğday gelmesini engellediği gibi birçok suçlama sonucunda beş kere sürgüne gönderilmiştir. Athanasius bütün bu yaşadıklarına ve hatta bazı zamanlarda Ariusçuluk kazanıyor gibi görünmesine rağmen hiç pes etmemiş, hayatının sonuna kadar savaşmaya ve görüşünü savunmaya devam etmiştir.
İşte rivayete göre Mesih’in ismini ifade eden Chi Roi harflerini simgeleyen işareti askerlerin kalkanlarına koymasını ve bu sayede de savaşı kazanacağını gösteren bir rüya görmüş; 312’de Roma’da Milivan köprüsünde Maxentius’a karşı savaşırken bu işaretin sayesinde kazandığına inanmış ve bunun üzerine de Hıristiyan olmuş olan Roma İmparatoru Konstantin’in[4] MS 325 yılında Roma İmparatorluğu’nda resmi din olacak Hıristiyanlığın içerisinde tartışılan bazı konuları netleştirmek amacıyla toplayacağı İznik Konseyi’nin ana konusu da İskenderiye Kilisesi’nde patlak veren bu anlaşmazlık yani İsa’nın gerçek Tanrı olup olmaması meselesi olacaktır. Bu Konsey’de Ariusçular ve ona karşı olan Athanasius taraftarları İsa’yı dünyanın tek kurtarıcısı olarak kabul ettikten sonra İncil’e dayanarak fikirlerini savunmaya çalışmışlardır. İznik’te toplanan kilise önderlerinin büyük çoğunluğu Mesih İsa’nın gerçek Tanrı olduğu fikrini pekiştirmişlerdir. Ayrıca Arius’ un yazmış olduğu bütün kitapların yakılması ve onun da, destekçilerinin de görevlerinden uzaklaştırılmaları buyurulmuştur. Konsey’de bu konuda onaylanan İznik İnanç Bildirisi bugüne kadar Katolik, Ortodoks ve Protestan Kiliselerin ortak olarak kabul ettiği metinlerdendir. Bu bildiri ilk önce şöyle yazılmıştır: “Her şeye gücü yeten, görülen ve görülmeyen bütün şeylerin Yaratanı olan tek Baba Tanrı’ya inanıyoruz.
Bir tek Rab İsa Mesih’e de inanıyoruz; Tanrı’nın Sözü, Tanrı’dan Tanrı, Nur’dan Nur, Hayat’tan Hayat, biricik Oğul, bütün yaratılan şeylerin İlk Doğanı, bütün devirlerden önce Baba Tanrı’dan doğan, Kendi aracılığıyla her şey yapılmış, kurtuluşumuz için insan bedeni alıp insanlar arasında yaşamış, sıkıntı çekmiş, üçüncü günde ölümden dirilmiş, Baba’nın yanına yükselmiş ve dirilerle ölüleri yargılamak için tekrar gelecek olan O’dur. Ayrıca bir tek Kutsal Ruh’a inanıyoruz.”
Sonra şu hale gelmiştir: “Her şeye gücü yeten, görülen ve görülmeyen bütün şeylerin Yaratanı olan bir tek Baba Tanrı’ya inanıyoruz.
Bir tek Rab İsa Mesih’e de inanıyoruz; Tanrı’nın Oğlu, Baba’dan doğan, biricik Oğul, Baba’nın öz varlığından oluşan, Tanrı’dan Tanrı, Nur’dan Nur, gerçek Tanrı’dan gerçek Tanrı, yaratılmış değil, doğrulmuş, Baba’nın aynı öz varlığına sahip olan, Kendi aracılığıyla gökteki ve yerdeki her şey yapılmış, biz insanlar için ve kurtuluşumuz için gökten inmiş, insan bedeni alıp insanlar arasında yaşamış, sıkıntı çekmiş, üçüncü günde ölümden dirilmiş, göğe yükselmiş ve dirilerle ölüleri yargılamak için tekrar gelecek olan O’dur ve Kutsal Ruh’a da inanıyoruz.”
Bu bildiriye daha sonra şu kısım eklenmiştir: “Buna karşılık Rab İsa’nın mevcut olmadığı bir devre vardı, O doğrulmadan önce yoktu, hiç yoktan meydana geldi, Tanrı’dan başka bir maddeden veya özden yaratıldı, değişebilir veya başka bir hale gelebilir diye ileri sürenlere gelince, kutsal, evrensel ve havarilerin yolunda olan Mesih İnanlıları topluluğu onları lanetlemektedir.”
İznik Yemini yayınladığı tarihten sonra Hıristiyan inancının temeli, hatta inanç esası haline gelecek ve bu yemine bağlı olmayan herkes sapkın sayılacaktır. Roma Katolik Kilisesi “Tanrı’nın iradesinin bu konseyde tecelli ettiğini” ilan etmiş, dolayısıyla İznik Yemini de bir vahiy gibi kutsal ve hatasız bir metin sayılmıştır.
Konsey’in konuştuğu başka konulardan bazıları şunlar olmuştur: Paskalya (Diriliş) Bayramı’nın tarihi, Roma ve İskenderiye Patriklerinin özel yetkileri, piskoposların atanmasıyla ilgili bazı prosedürler ve saire. İncil’in içeriği ise bu Konsey’in konusu olmamıştır.
Ardından birçok konsey daha yapılacak, günümüz Katolik ve Ortodoks görüşlerinin temellerini oluşturan kararlar alınacak, buna uygun olan ve olmayan yazılı kaynaklar sınıflandırılacaktır.
Arius ve onun görüşleri Konsey’de reddedildiği ve kendisi sürgüne gönderildiği halde sonraki dönemde sözlü tartışmalar devam etmiştir. Arius yanlıları İznik formülüne sadık kalmak isteyenleri Modalizmi savunmakla; İznik İnanç Bildirgesi taraftarları ise Ariusçuları, Mesih’i ikinci ve alt kademeli bir Tanrı yapmakla suçlamışlardır.
İznik Konseyi’nden Konstantin’in ölümüne kadar olan süreçte (325-337) Arius’un arkadaşları kaybettikleri pozisyonları adım adım tekrar kazanmaya başlayacaklardır. Bu, özellikle İzmitli Eusebius sayesinde olmuştur. Eusebius, İznik İnanç Bildirgesi’ni imzaladığı halde Arius’la arkadaşlığını sürdürmüştür. Bu sırada Arius’un kilise disiplini yeniden gözden geçiriliyor ama bir netlik kazanamamaktadır. Arius’un arkadaşları onun tekrar Kilise Birliği’ne alınması için Konstantin’e sürekli baskı yapmaktadırlar. Arius da bazı özel ilaveler yaparak İznik Belgesi’ni imzalayarak imparatora göndermiş ve ölümünden kısa bir süre önce kilise topluluğuna tekrar kabul edilmiştir.
İznik Episkoposu Eusebius ise, kendisinin İznik sonrasında hâlâ koltuğunda kalabilmesine karşı seslerini yükselten üç kişinin ayaklarını kaydırmaya çalışmıştır. O üç kişiden ilk ayağı kayan Monarkianist görüşlü ve kuvvetli bir şekilde Arius karşıtı olan Antakya gözetmeni Eustake olacaktır. İkinci ayağı kaydırılacak kişi Athanasius’tur. Konstantin hâlâ kilise içinde devam eden tartışma ve ayrılıklardan dolayı 335’te Sur’da bir toplantı düzenlemiştir. Bu toplantıda Arius yanlıları çok fazla olduğu için Athanasius’u görevden aldırmak için toplantıdakileri ikna edebilmişlerdir. Arius’un tekrar İzmitli Eusebius sayesinde özgür olduğu yıllarda Athanasius, çöle gittiğinde onu ne Ariusçular ne de imparatorun askerleri bulabilmektedirler. Ayağı kaydırılan üçüncü kişi ise Pav-lus’un mektuplarındaki aşağıdaki gibi parçalara dayanarak Üçlü-birlik’i savunmakta olan Markellus olacaktır: “Ve her şey ona tâbi kılınınca, o zaman Oğul her şeyi kendisine tâbi kılana tâbi olacaktır, ta ki Allah her şeyde her şey olsun.”[5]
Konstantin, Yeruşalim’de inşa ettirdiği Kutsal Mezar Kilisesi’nin açılışı için doğunun bütün gözetmenlerini açılışa davet eder. Bu açılışta aynı zamanda Konstantin’in imparator oluşunun 30. yıldönümü kutlanacak; kutlamalar İznik Konseyi’nde ayrılıklara yol açan Ariusçular ile yapılacak bir barışma ve bağışlama töreniyle de doruğa ulaşacaktır. Markellus ise bu toplantıya katılarak vicdanını kirletmeyeceğini söyleyerek daveti kabul etmemiştir. Bunu fırsat bilen Eusebius ise onu hemen imparatora saygısızlık etmek ve yanlış öğretileri savunmakla suçlayacaktır. Bu suçlama ve şikâyetlerin üzerine Markellus da sürgüne gitmekten kurtulamayacaktır.
Konstantin’in 337’de ölmesi üzerine babalarını takip eden üç oğul II. Konstantin, Konstans ve Konstantius imparatorluğun yönetimini aralarında paylaşacaklardır. Onlar sürgüne giden gözetmenlerin dönmelerine de izin verdikleri için Athanasius yeniden İskenderiye’ye dönebilecektir. Bu üç oğuldan biri Ariusçu, biri İz-nikçi biri ise ortadadır. Ariusçu ve İznikçi kardeşler orta görüşe sahip kardeşe savaş açmışlar ve 340’ta orta görüşe sahip olan II. Konstantin ölünce hayatta kalan diğer iki kardeş onun bölgesini aralarında paylaşmışlardır. Konstans batıda, Konstantius ise doğuda egemenlik süreceklerdir.
Doğu Kilisesi’nin işleri İstanbul Episkoposu olmuş Eusebius tarafından yönetildiği dönem boyunca Roma, doğuya Ariusçu görüşlü gözüyle bakmaya devam edecektir. Eusebius 342’de ölünce Latin ve Yunan dünyasının ayrılığını kapatmak için bir yıl sonra Serdika yani Sofya’da bir konsey daha toplanmıştır. Ancak Ariusçu Yunan gözetmenleri, Markellus ve Athanasius’un katılımını protesto etmek için toplantıya katılmamışlardır. Bu toplantıda Markellus ve Athanasius’la beraber Eusebius tarafından sürgüne gönderilen başka kilise önderleri için de tekrar görevlerine dönme izni alınmıştır.
353’te İznikçi görüşe sahip Konstans da ölünce İmparatorluk Ariusçu olan Konstantinus’un eline geçecektir. Konstantius, Arius taraftarıdır ve bu görüşlerin karşısındaki en ateşli savunucu olan Athanasius’un da karşısındadır. Dolayısıyla Athanasius 356’da üçüncü defa tekrar sürgüne gönderecektir.
357’de imparator’un yaşadığı Sirmium’da başka bir toplantı daha düzenlenmiş ve bu toplantıda Arius taraftarı gözetmenlerin önerdiği bir karar alınmıştır. Bu karara göre ousia yani öz, homo-ousia ve homoiousia kavramlarının kullanımı yasaklanmıştır. Bu kararı verirken Ariusçuların gerekçesi de bu kavramların hiçbirinin Kitabı Mukaddes’te geçmiyor olmasıdır ve bu sorunu çözmek için de İznik Konseyi’nde kabul edilen bildirge de bu toplantıda lanetlenmiştir.
Ariusçularla çıkan başka bir sorun da kilise-devlet ilişkisi hakkında olmuştur. Ariusçular, kilise ve devlet işlerinin birlikte yürümesi ve kilisenin de imparatora bağlı olması gerektiğini savunurlarken İznikçiler ise, kilisenin özerk olması gerektiği görüşünde olmuşlardır.
İmparator Konstantinus’un zorla sağladığı barış aslında bir hayaldir ve Arius taraftarlarının zaferi de kalıcı olmayacaktır. 361’de Ariusçu İmparator Konstantius ölünce yerine paganist olan yeğeni Julian (Wulianus Apostata[6] 332-363) tahta geçer. Julian Plotinus’un öğretisini çoktanrıcılığın teolojisine temel yapmaya çalışmış olan Suriyeli İamblikhos (ölümü 333) öğrencilerindendi ve tahta geçer geçmez Roma dinini, Yeni-Platonculuğa dayanarak kurtarma çabasına girişecektir. Bu dönemde Athanasius çöldeki sürgünden İskenderiye’ye geri dönebilmiştir. Ama yine Athana-sius’un sevinci uzun sürmemiş ve İskenderiye’de bir sürü paganist kişiyi Hıristiyanlaştırdığı için Julian onu tekrar sürgüne göndermiştir. Bu sürgün onun dördüncü sürgünü olacaktır. Athanasius 363’te Julian ölüp Jovian imparator olduğunda tekrar memleketine dönebilmiştir. Jovian’dan sonra ise I. Valentian imparator olmuş fakat iktidarını kısa bir süre sonra kardeşi Valens ile paylaşmıştır. Arius yanlısı Valens imparatorluğun doğusunu yönetirken İznikçi olan Athanasius’u beşinci defa sürgüne göndermiştir.
Bu dönemde doğudaki kiliselerde Üçlübirlik ve İsa’nın kişiliğiyle ilgili yeni tartışmalar ortaya çıkmıştır. Suriye’deki Laodikya’ da Athanasius’un Apollinaris adında eski bir arkadaşı vardır. Arius karşıtı olan bu teolog, Mesih’in insan doğasının bir noktada herkesten apayrı olduğu görüşündeydi. İsa doğal insan aklı yerine Tanrısal Logos’a sahipti. O yıllarda ipleri ellerinde tutan Ariusçu-lar da kendi aralarında bölünmüşlerdi.
Tanrı’da Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un tek bir özde üç kişilik olduğu formülünün geçerlilik kazanmasında özellikle tarihte Üç Büyük Kapadokyalı olarak bilinen Nazianuslu Gregor (330-389), Kayserili Basil (330-yaklaşık 395) ve Nysalı Gregor’un büyük payları vardır. Onların çabalarıyla İznik İnanç Bildirgesi o kadar tutarlı yorumlanacaktır ki Ariusçu olarak bilinen doğu episkoposlarının çoğu bile bu formülü destekleyeceklerdir.
Nazianuslu Gregor 374’te Silifke’de bir manastıra girmiş fakat Ariusçu tehdidi yüzünden İstanbul’a çağırılmış ve orada yetenekli bir vaiz olarak ün yapmaya başlamıştır. Gregor istemeyerek de olsa İstanbul’da ihtiyar olarak atandığı zaman kilisede verdiği ilk vaazında, “Bunu ben yapmak istemedim, ama en sonunda yenildim” demiştir. Gregor aynı zamanda İstanbul’a vardığında orada Ariusçu olmayan bir kilise bulamadığını da söylemiştir.
Ariusçuluğa karşı koymak için Kayseri gözetmeni Eusebius tarafından çağrılan Basil, 364’te manastır hayatını bırakmıştır. Kayserili Basil bu görevdeyken büyük bir cesaretle o dönemin Ariusçu imparatoru Valensius’a karşı koymuştur. Basil gözetmen seçildikten sonra imparator görevlileri onu hem teşvik hem de tehdit etmek için ziyarete gelmişlerdir. Ama Basil kolay sinecek ve pes edecek bir adam değildir. Gelen kişilere, “Benden alabileceğiniz şey şuradaki kilim ve birkaç eşyadır. Beni öldürseniz de bu benim için kazanç olacaktır. Çünkü ben bu dünyada zaten misafirim” demiştir. Basil, İznikçi öğretinin savunucusu olarak ve Ariusçu-luğun ortadan kaldırılmasındaki çalışmaları ile kilise tarihinde önemli bir yer edinmiştir.
Basil’in kardeşi olan Nysalı Gregor, Ege bölgesinde Ariusçulu-ğa karşı bir kale oluşturmak için ağabeyi tarafından yollanmış ve ihtiyaç üzerine istemeyerek de olsa 371’de Nysa -Aydın Sultanhisar yakınlarında- gözetmenliğine getirilmiştir. Ancak beş yıl sonra Ariusçu bir gözetmenler kurulunun verdiği karar üzerine 376’da görevinden uzaklaştırılmıştır. Arius yanlısı imparator Valens 378’ de ölünce Nysalı Gregor tekrar görevine dönebilmiştir. Platon ve Origenes’in alegorik yazılarından etkilenmiş olan Nysalı Gregor insanın düşüşü, Mesih bilimi ve Son Günlere ait konularda keskin görüşlere sahiptir. 1. Korintliler 15:28’deki “Tanrı her şeyde her şey olacak” sözüne dayanarak sonsuz bir cehennemin olmayacağını, cehennemin sadece arıtmak için geçici bir yer olduğunu ve Origenes gibi Şeytan’ın da tövbe edeceğini savunmuştur.
Burada bizim soruşturmamızda önemli bir yeri olacak olan Augustinus’un Hıristiyan olmasını sağlayan, bu dönemin Ariusçu-lukla mücadele eden kilise babalarından Ambros’a da (339-377) kısaca değinmek gerekir. Ambros henüz Hıristiyanlığa yeni iman etmiş bir adamken Milano gözetmeni olmuştur. O dönemde batıda başkent Roma değil, Milano’dur. Özellikle Ariusçuluk çok kuvvetli olarak ortalıkta dolaşırken Milano gibi batı için önemli bir merkezin gözetmensiz kalması İznikçiler için çok büyük bir sorundur. Hem Ariusçuler hem de İznikçiler boş olan Milano gözetmenliğini doldurmaya çalışmışlardır. Ama vali kentteki barışı korumak için kendisi bir gözetmen bulmaya çalışmıştır. Vali hem din hem de felsefe bilgisi olan eğitimli ve akıllı bir adamdır. Halk kentteki bu karışıklıktan dolayı çok gergin olduğu için vali katedralin önünde toplanan halka bir konuşma yapma gereği duymuştur. Bu konuşma sırasında kalabalığın içinden bir çocuk “Bişop Ambros” diye bağırmaya başlayınca halk da hep bir ağızdan çocuğa katılmıştır. Bunun üzerine imparator da Ambros’un bişop olmasını uygun gör-müştür. Ama Ambros henüz vaftiz bile olmamış yeni bir Hıris-tiyandır. Bu şekilde bişop seçmek o güne kadar uygulanan kilise yöntemlerine hiç benzemediği gibi önder seçmek için belirlenen kuralları da tamamen altüst etmiştir. Ambros sekiz gün içinde vaftiz edilip bişopluğa hazırlanmış ve atanmıştır. Bütün bu garipliklere rağmen Ambros bütün zamanların en başarılı bulunan bi-şoplarından ve öğretmenlerinden biri olmuştur. Augustinus, onun vaazları aracılığıyla Hıristiyan olacaktır.
Ambros’un bişopluğu döneminde İmparator Teodosius haksız yere bir kente savaş açmış ve kenti yerle bir etmiştir. Savaş sonrasında Milano’ya gelen imparator, kiliseye gitmek ve ayine katılmak istemiştir. Ama Ambros kilisenin önünde durup imparatoru içeriye almamış ve ona, haksız yere kente saldırdığı için tövbe etmedikçe ve tövbenin meyveleri görülmedikçe ayine katılamayacağını söylemiştir. Ambros, Teodosius imparator olduğu için ona kilisenin herhangi bir üyesinden farklı davranmamıştır. Teodosius da Ambros’a itaat edip tövbe etmiş ve ancak bir süre bekledikten sonra ayinlere katılabilmiştir.
Teodosius dönemi (380-395) Ariusçuluk için sonun başlangıcı olacaktır. Bu dönemde Ariusçuluğa karşı savaşma işini Atha-nasius’tan devralan Kapadokyalılar söylemleriyle Ariusçuluğu tümden yok edemediyseler de Arius’un başlattığı inanç ve düşünme akımının sona ermesini sağlamışlardır. İspanya’da doğmuş olan Teodosius İznikçi görüş taraftarı olduğu için bu dönemde İznikçiler daha iyi duruma gelmişlerdir. Teodosius imparatorlukta bulunan herkesin Petrus’un Romalılara emanet ettiği inanca sahip olması gerektiğini buyurmuştur. Konstantin kendi döneminde Hı-ristiyanlığa birtakım toleranslar tanımıştı ama Hıristiyanlık henüz resmi din değildi. Fakat Teodosius dönemiyle birlikte Hıristiyanlık artık resmi olarak imparatorluk dini olmuştur. Böylece politika kilisenin içine daha fazla girecektir. Aslında Hıristiyanlığın devlet dini olmasını isteyen Ariusçular’dı. Onlar bu fikri Kutsal Kitap’tan argumanlarla desteklemişlerdi. İsa her şeyin başı, Tanrı da Onun başıydı. O zaman İsa nasıl Tanrı’ya bağlıysa kilise de imparatora bağlı olmalıydı. Hatta Ariusçular, “Tanrı’ya dokunamadığımız gibi imparatora da dokunamayız” diye bir fikir bile ortaya atmışlardır. İznikçiler ise, devlet ve kilisenin ayrı kalması gerektiğini, imparatoru da sadece kilisenin bir üyesi olarak kabul edebileceklerini söylemişlerdir.
Kararlı bir Ariusçuluk karşıtı olan Teodosius’a göre bu inancı paylaşan gruplar ya da topluluklar kilise olarak tanınmamalı ve hatta yasaklanmalıydılar. İşte bu koşullarda I. Theodosius tarafından İstanbul’da Aya İrini Kilisesi’nde 381 yılının Mayıs ile Temmuz ayları arasında Doğu ve Batı Ortodoksları, Roma Katolikleri ile birçok diğer Batı Hıristiyanlarının 2. Ekümenik Konseyi olarak kabul edilen I. İstanbul Konseyi toplanmıştır. Bu konseyden şu bildirge çıkacaktır: “Kutsal Ruh’a inanıyorum. O Rab’dir, yaşam sağlayan ve Baba’dan çıkandır. Ona, Baba ve Oğul ile beraber tapınmalı ve O yüceltilmelidir. Peygamberler de O’nun aracılığıyla konuştular.
Ve bir tek Katolik ve elçisel kiliseye inanıyorum. Günahların bağışlanması için bir vaftize inanıyorum. Ölülerin dirilmesini ve gelecek dünyanın yaşamını umutla bekliyorum.”
Ancak, 4. yüzyılda Toledo’da düzenlenen bir konseyde son olarak Batı Kilisesi bu bildirgeye “Baba’dan çıkandır” yerine “Baba’dan ve Oğul’dan çıkandır” ifadesini ekleyecektir. Fakat bu tek kelime Doğu ve Batı Kilisesi’nde bugün bile hâlâ birleştirilemeyen bir ayrılık yaratacaktır.
Bütün bu olanlardan sonra Ariusçuluk bir süre daha devamlılığını sürdürmeye çalışsa da kaybolmaya mahkûm olmuştur.
Bundan sonra Antakya ve İskenderiye okullarının görüş farklılıklarıyla karşılaşırız. Düşünüş tarzı ve yorumlama olarak Antakya Okulu daha çok Aristoteles, İskenderiye okulu ise Platon’un etkisinde kalmıştır. İsa’nın tarihsel yaşamını derinden düşünüp çalışan Antakya okulunda, Tarsuslu Diodorus adında çok parlak bir öğretmen vardır ve öğrencileri arasında Moposuestia[7] gözetmeni Theodore, ‘Altın Ağızlı’ lakabıyla tanınan Yuhanna Hıris-tostomos ve Nestorius adında Antakyalı keşiş de bulunmaktadır. İskenderiye Okulu ise Arius’un da içinden çıktığı okuldur.
Bir dönem kilise ihtiyarlığı da yapmış olan Keşiş Nestorius, Antakya’dan çıkıp İstanbul’a gözetmen olarak atanınca kendini var gücüyle kilisenin sapkın bulduğu öğretilere karşı koyma görevine adamıştır. Bunu yaparken en çok da Ariusçuluk kalıntılarını yok etmekle ilgilenmiştir. 431 yılında yapılan Efes Konseyi olarak adlandırılacak olan Üçüncü Ekümenik Konsey’de 43 kişiden oluşan Nestorius yanlıları İskenderiye tarafının baş önderi ve 412-444 yılları arasında İskenderiye gözetmeni olan Cyril yanlılarını Ariusçu ve Apollinarist olmakla suçlamışlar ve onları kiliseden atma kararı almışlardır.
451’de yapılan Chalcedon (Kadıköy) Konseyi olarak anılan Dördüncü Ekümenik Konsey’den de şu bildirge çıkacaktır: “Kutsal ataları takip ederek hepimizi tek bir ağızla açıklanacak tek bir ve aynı Oğul, Rabbimiz İsa Mesih, Tanrılıkta kusursuz ve insanlıkta kusursuz, gerçek Tanrı ve gerçek insan, mantıksal bir ruh/can ve bedenden oluşan, Tanrılığına göre Baba ile aynı özde ve insanlığa göre bizimle aynı özde, her konuda bizim gibi olmuş ama günahsız, Tanrılığına göre tüm zamandan önce Baba’dan çıkmış biricik, son günlere insanlığına göre bizim kurtuluşumuz için Tanrı annesi bakire Meryem’den doğmuş, aynı ve tek Mesih, Oğul, Rab, tek biricik, iki doğada, karşımadan, değişmeden, bölünmeden, ayrılmadan, do-ğanın ayrıcalıkları birlikteliğinden alınmadan ama daha ziyade her bir doğanın özellikleri birlikte tek bir kişide ve bir varlıkta korunmuş olarak, iki kişiye ayrılmadan ve bölünmeden ama tek ve aynı biricik Oğul, Tanrısal Söz, Rab İsa Mesih, peygamberlerin baştan beri ona ilişkin söyledikleri gibi ve Rab İsa Mesih’in bizlere öğrettiği gibi ve Kutsal atalarının bizlere aktardıkları gibi inanıyor ve açıklıyoruz.”
Burada soruşturmamızda İbrahimi anlatıya tarihi niteliğini kazandırması bakımından oldukça önemli olan Augustinus’a da (354-430) kısaca değinmeden geçmemek gerekir. Augustinus, Pavlus ve Yuhanna zamanından beri konuşulmayan lütufla kurtuluş, tamamen günahlılık gibi kavramları tekrar gündeme getirecektir.
Augustinus, Hıristiyan olmadan önce Manici olacaktır. Maniciler, Kitabı Mukaddes’e inanmıyorlardı. Kutsal Kitap’ı, içinde birçok cinayet ve tecavüzün yer aldığı kaba ve edebi olmaktan uzak bir kitap olarak görüyorlardı. Dokuz yıl Manici olarak kalan Augustinus, annesinin ısrarları üzerine bir gün Ambros’un vaazını dinlemeye gidecek; bu vaazdan oldukça etkilenen Augustinus eve dönünce Romalılar mektubunu okumaya başlayacak ve karşısına şu pasaj çıkacaktır: “Maskaralık ve sarhoşlukla değil, fuhşiyat ve yolsuzlukla değil, niza ve hasetle değil, gündüzdeki gibi iyi hal ile hareket edelim. Fakat Rab İsa Mesihi giyin, ve şehvetler için bedenin tedarikini görmeyin.”[8] İşte böylece Augustinus Hıristiyan olacaktır.
7.-8. yüzyıla geldiğimizde ise Arabistan’da İbrahimi anlatıya sırtını dayayan yeni bir din olarak Müslümanlık doğmaya başlamıştır. Türklerin Asya’dan Anadolu’ya gelirken İslamiyet’i kabul etmeleriyle özellikle Doğu Kilisesi, İslamiyet’ten çok etkilenecektir.
611’den başlayarak Roma’nın yıllardan beri düşmanı olan Pers İmparatorluğu önce Antakya’yı, ardından da Suriye ve Filistin bölgelerini fethetmiştir. Yeruşalim’de binlerce Hıristiyan’ı katleden ve kiliseleri yağmalayıp yakan Persler 618 ve 619’da İskenderiye’yi de ele geçirerek Mısır’ı da kontrol altına almışlardır. Anadolu’yu da baştanbaşa fethederek Chalcedon’a kadar ulaşmışlar ve Konstantinopolis’in karşı kıyısına kamp kurmuşlardır. Doğudan gelen İran saldırıları dışında aynı zamanda Bizans İmparatorluğu’na, kuzeyden de Slav ve Avarlar saldırıya geçmişlerdir. Ama 620 yılında durum birden tersine dönmüş ve Bizans İmparatorluğu kaybettiği toprakları Heraklius önderliğinde geri almaya başlamıştır. Düşmanları olan Avarlara da kendilerinin yanında savaşmaları için para vermişler ve kutsal bir savaş olarak isimlendirdikleri büyük bir seferle Anadolu, Suriye, Filistin ve Mısır’ı geri almışlardır. Ne var ki bütün bu savaşların sonunda her iki taraf da o kadar çok kayıp vermiştir ki tüm yörede bir güç boşluğu olmuştur. Tam bu olayların ve güç boşluluğunun olduğu sırada Muhammed’in önderliğinde Araplar güçlenmeye ve 632 yılından başlayarak yeni inançlarını fetih yöntemiyle yaymaya başlamışlardır. Bu fetihler sırasında hem İran’a hem de Bizans İmparatorluğu’na ait yerleri almaya başlayan Müslümanlar 635’te Şam’ı, 636’da Suriye’yi ve iki yıl süren bir kuşatmadan sonra da 638 yılında Yeru-şalim’i fethetmişlerdir. 642 yılına kadar dayanabilen İskenderiye’de bu yıl da kapılarını Müslüman fatihlere açmak zorunda kalmıştır. İlk başta o yörelerde yaşayan Monofizitler Arapları, ken-dilerini imparatorluğun kontrolünden özgür kılacak bir kurtarıcı olarak görmüşler ama bu sevinçleri fazla uzun sürmemiştir.
Monofizitler’in yoğun oldukları bölgeler Araplar tarafından istila edilince dönemin Bizans imparatoru İmparatorluğa bağlı kalmış kiliseleri birleştirmek arzusuyla İstanbul’da bir konsey toplamıştır. 680-681 yıllarında toplanan ve VI. Ekümenik Konsey olarak bilinen bu buluşmada Monotheletism öğretisi ve bu görüşü geçmişte savunan kişiler de lanetlenmiştir.
“İkonalar ibadet sırasında kullanılabilir mi?” tartışması 8. yüzyıl boyunca kilisenin gündemini oluşturacaktır. Müslümanların Hıristiyanlığa yaptıkları putperest inanç suçlamalarının doğru ol-madığını göstermek için ibadette kullanılan bu ikonalara karşı çıkıldığı söylenebilir.
İkona karşıtlarının gerekçeleri genelde “Kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmıyacaksın; onlara iğilmiye-ceksin; ve onlara ibadet etmiyeceksin” diye buyuran ikinci emir olacaktır. Bu tartışma uzun yıllar sürecektir. 842’de tahta oturan Theodora ikonaların kullanımını desteklemiş ve 843 yılının ilkbaharında kiliselerdeki ikonaları restore ettirmiştir. Böylece İmparatoriçe Theodora’nın bu hareketi yıllar süren bu ikona kavgasını sonuçlandırmıştır.
Öncelikle İslamiyet’i yaymaya çalışan Araplar, daha sonra da bütün Avrupa’ya sahip olmaya çalışan Türkler tarafından sürekli saldırılar yaşanmıştır. Bu saldırılar sonucunda da Bizans İmparatorluğu günden güne daha da küçülerek, ta ki 1453’te İstanbul Türkler tarafından alınana kadar devam etmiştir. Böylece içinde Hıristiyanlığın filizlenip kök saldığı ve kurumsallaştığı Roma İmparatorluğu sona ermiş olacaktır.
Sonuç olarak Pavlus’un Yeni Ahit’te şiirsel bir dille ifade ettiği elçisel inanç bildirgesi[9] zaman içinde günümüzdeki şu hali alacaktır:
“Göğün ve yerin Yaradan’ı, her şeye gücü yeten Baba, tek Tanrı’ya ve Onun biricik Oğlu Rabbimiz Mesih İsa’ya inanıyorum.
O Kutsal Ruh’dan vücut buldu ve Bakire Meryem’den doğdu. Pontius Pilatus döneminde acı çekerek çarmıha gerildi; öldü ve gömüldü; ölüler diyarına indi, üçüncü gün ölüler arasından dirildi, göğe çıktı ve her şeye gücü yeten Baba Tanrı’nın sağında oturdu; oradan dirileri ve ölüleri yargılamak için tekrar geleceğine inanıyorum.
Kutsal Ruh’a, kutsal evrensel kiliseye, kutsalların birliğine, günahların affına, ölülerin dirilişine ve sonsuz yaşama inanıyorum.”[10]
Bu bildirge şu şekilde çözümlenebilir:
Çarmıha gerildi, öldü ve gömüldü: Çarmıha gerilme konusunda birçok değişik grubun değişik fikirleri daha doğrusu karşı görüşleri bulunmaktadır. Bunlardan en çok söyleneni İsa’nın çarmıhta ölmediği, sadece ölüm derecesine gelip bayıldığı ama mağaranın serinliğinde ise ayılıp kendine geldiğidir. Bu nedenle kilise babaları bu konunun üzerinde çok fazla durmuşlardır. Çarmıha gerildi, öldü ve gömüldü diye üzerine bastırarak vurgulamışlardır.
Ölüler diyarına indi: Bu ifade de birçok soruya neden olmuştur. “Tanrı cehenneme mi gitti” sorusu bunlardan biridir. Hıristiyanlara göre bu ifadeyle anlatılmak istenen İsa’nın artık cehennem olan her şeyi üzerine aldığıdır. Çünkü Hıristiyanlara göre insanlar günahları yüzünden cehenneme gitmeyi hak etmişlerdi. Cehennem sonsuz ölüm, sonsuz ayrılıktı. Ama İsa sayesinde cennete gideceklerdir. Cennet ise sonsuz yaşam, Tanrı ile sonsuz birlikteliktir. Bu nedenle çarmıhta “Allah’ım, niçin beni bıraktın” diye bağırmıştır. Aslında bu da Kutsal Kitap’taki sırlardan biridir ve Hıristiyanlara göre Kitabı Mukaddes’te bazı sırlar vardır ki bunları Kutsal Ruh’un yardımı olmadan anlayabilmek mümkün değildir.
Üçüncü gün ölümden dirildi.
Her şeye gücü yeten Tanrı’nın sağında oturuyor: İlk kilise diriliş konusuyla gerçekten çok fazla ilgilenmiştir: “Bunun için de Allah onu pek çok yükseltti, ve her ismin fevkinde olan ismi ona ihsan etti.”[11]
Evrensel kiliseye inanıyorum: Genel kabul görmemiş Katolik, Ortodoks ve Protestan kiliselerinin dışındaki kiliseler elçisel öğretinin dışında oldukları için otomatik olarak evrensel kilisenin dışında görülmüşlerdir. Zaten 1. Yuhanna’da Yuhanna bu tip insanlara karşı çok net konuşmuştur: “Bizden çıktılar, fakat bizden değildiler; çünkü bizden olsalardı, bizimle beraber kalırlardı; fakat hepsinin bizden olmadıkları izhar edilsin diye, çıktılar.”[12] “İsa’nın Mesih olduğunu inkâr eden yalancı değilse, kim yalancıdır? Babayı ve Oğulu inkâr eden, Mesih muhalifidir.”[13]
Özellikle Roma Katolik Kilisesi kendisini Pavlus ile Petrus’un durumlarından ve Roma’nın merkezi bir yer olmasından dolayı evrensel kabul edip dışında kalan bütün kiliseleri sapkın ilan edip cehenneme göndermiştir.
Sonuç olarak kitleselleşip kökleşerek ideolojisini sağlamlaştıran Resmi Hıristiyan teolojisinden sapan tarikatler yer yer hep ortaya çıkacaktır. Bunlara örnek olarak Rönesans’ın doğal din akımlarından Laelius Socinus (1525-1562) adlı bir İtalyan’ın kurucusu olduğu Socianizm tarikatını verebiliriz. Bu tarikat Hıristiyanlığı akla dayandırmaya çalışacak ve vahyin akla uygun yanlarını benimseyip akıl ve doğaya aykırı metafizik (mysterium) yanlarını ayıklamaya girişecektir. Lakin Hıristiyanlığın dominant resmi teolojisi zaman zaman çıkan bu akımlara karşı kökleşmiş baskın kimliğini korumayı hep sürdürecektir.
[1] Matta 3:16-17.
[2] Arius, 310 yıllarında İskenderiye’nin İlçesi Banealis’te göreve başlamıştır.
[3] Matta 5: 9.
[4] Ortaçağda yaygın bir başka rivayete göre ise Konstantin’in Hıristiyan olması şu şekilde olmuştur: Cüzam hastalığına yakalanan Konstantin rüyasında Aziz Petrus ve Aziz Pavlus’u görür. Bunlar da Konstantin’e düşmanlarından kaçtığı için Roma’nın kuzeyindeki Siratti Dağı’nda saklanmakta olan Papa Silvestro’yu yanına çağırtmasını; ancak onun tavsiyelerini yerine getirirse hastalığından kurtulabileceğini söylerler. Bunun üzerine Konstantin, Petrus ve Pavlus’un dediklerini yapacak ve Papa Silvestro da onu iyileştirip vaftiz ederek Hıristiyan yapacaktır.
[5] 1. Korintliler 15:28.
[6] “Apostata” dininden ayrılmış, dönmüş anlamındadır.
[7] Moposuestia, daha sonra adı Misis olmuştur. Bugün ise Adana yakınlarındaki Yakapınar olarak bilinmektedir.
[8] Romalılar 13:13-14.
[9] “… fakat kul suretini aldı, ve insanların benzeyişinde olarak, kendini hâli kıldı; ve şekilde insan gibi bulunarak ölüme, hattâ haç ölümüne kadar itaat edip nefsini alçalttı. Bunun için de Allah onu pek çok yükseltti, ve her ismin fevkinde olan ismi ona ihsan etti; ta ki İsa’nın isminde bütün göktekiler ve yerdekiler ve yeraltındakiler diz çöksün, ve Baba Allah’ın izzeti için her dil İsa Mesih Rabdir diye ikrar etsin” (Filipililer 2:7-11).
[10] T. Üçal, Bildirgemiz, s, 23.
[11] Filipililer 2:9.
[12] 1. Yuhanna 2:19.
[13] 1. Yuhanna 2:22.