Anasayfa > Books / Kargakara > İbrahimi Anlatı (18)

İbrahimi Anlatı (18)

İmdi böylece İbrahimi anlatının Yeni Ahit metninden kaynaklanan Hıristiyanlığın gelişimini de uzun bir şekilde özetledikten sonra anlatının Kuran kısmına geçebiliriz, ki Kuran da İslamiyet dinine temel oluşturacaktır. Lakin anlatının Kuran kısmına geçmeden önce İslam Peygamberi Muhammed’i tanımak gerekir.

MUHAMMED

Ebu el-Kasım Muhammed bin Abdullah bin Abdulmuttalip bin Haşim (Arapça: محمد بن عبد الله‎, 20 Nisan 571, Mekke – 8 Haziran 632, Medine) ya da kısaca Muhammed (Arapça: محمد) , İslam dinine göre son peygamberidir. Yine İslam inancına göre kendisine Allah tarafından Kuran vahyedilmiştir, o tüm insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilmiştir. Fil yılında (miladî 571) Mekke’de doğmuş, 610 yılında peygamberliğini açıklamış ve insanları İslam’a davet etmeye başlamıştır. Kendisine ve yeni din mensuplarına Mekke’de artan baskılar sonucu 622’de Medine’ye hicret etmiş ve burada ilk İslam devletini kurmuştur. Hem Mekke, hem de Medine bugün Suudi Arabistan sınırları içinde bulunan Hicaz Bölgesi’ndedir. 8 Haziran 632’de rahatsızlanarak Medine’de vefat etmiştir.

Muhammed’in hayatıyla ilgili mistik-destansı unsurlarla süslenen ayrıntılı hikâyeler Ahmediyye, Muhammediyye gibi siyer ve meğazi kitaplarında yer alır. Bilimsel çalışma yapanlar bir kenara bırakılacak olursa, toplum ilgisinin anlatılanların gerçekliği değil, “Hikâyelerin gücü” üzerinden devam ettiği, bu ve benzeri anlatıların tarih boyunca dinlenmeye devam ettiği söylenebilir.

Muhammed Arapçada “övgü” kökü olan “hamd” fiilinden türetilmiştir. Mutad övgü alan, övülen manasına gelir. Ayrıca halk tarafından Mustafa, Mahmud veya Ahmed ismiyle de anılır. Ahmed Arapçada “daha çok övülen” anlamına gelir. Yazar Edip Yüksel genel kanının aksine ismin aslının Muhammed (övülen) değil, Muhammid (öven) olduğunu ifade etmektedir.

Daha önce de değindiğimiz gibi İslam inancına göre Muhammed’in geleceği Tanah’da ve İncil’de bildirilmiştir. Peygamber kendisine isnat edilen bir hadise göre, “Benim ismim Kur’ân’da Muhammed, İncil’de Ahmed, Tevrat’ta Ahyed’dir”[1] demiştir. Bununla birlikte yine daha önce belirttiğimiz gibi Tanah ve Yeni Ahit’te Muhammed isminden birebir bahsedilmemektedir. Ancak bazı İslam âlimleri İncil’de geçen Faraklit’in ayet ve hadislerde sözü edilen İslam Peygamberini işaret ettiğini ileri sürmüşlerdir. İslam âlimleri ve Hıristiyan yorumcular arasında Yunanca İncil’de (Yuhanna 14, 16) geçen parakletos (faraklit) kelimesinin Arapçaya tercümesinde ortaya çıkan ve Arapçanın özelliğinden kaynaklanan farklı okunuş şekilleriyle ilgili bir tartışma bulunmaktadır.

Rivayete göre Muhammed, İsmail Peygamber soyundan, Adnaniler kavminden, Kureyş kabilesinin Haşimoğulları sülalesinden gelir. Rivayet edilen soy silsilesi şöyledir: “Muhammed, Ab-dullah, Abdulmuttalib, Haşim, Abd-i Menaf, Kusay, Kilab, Mürre, Kâb, Lüeyy, Galib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinane, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Nizar, Maad, Adnan.”[2]

Muhammed de kendi soyunun İbrahim’den geldiğini ifade eder: “Allah, İbrahimoğullarından İsmail’i, İsmailoğullarından Kina-neoğullarını, Kinaneoğullarından Kureyş’i, Kureyş’ten Beni Hâşim’i, Beni Hâşim’den de beni seçmiştir.”[3]

Babası Abdullah bin Abdulmuttalib, annesi Medine’nin Hazreç kabilesinden Nennaceler’den Vehb bin Abdumenaf’ın kızı Âmine’dir. Muhammed daha doğmadan babası ölmüştür. Yetiştirilmesini dedesi Abdülmuttalib üzerine almış ve torununa “Muhammed” adını vermiştir. Muhammed’i önce Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe emzirmiş, daha sonra Muhammed o sıralarda Mekke’de bulunan Beni Sa’d kabilesinden Halime adlı bir kadına emanet edilmiştir. Muhammed üç yaşına kadar sütannesi Halime’nin yanında kalmış, daha sonra Mekke’ye, annesinin yanına dönmüştür.

Muhammed altı yaşında iken annesi Âmine ve bakıcısı Ümm-ü Eymen’le birlikte akrabalarını görmek için Medine’ye gitmiş; bir ay Medine’de kaldıktan sonra Mekke’ye dönüşte Ebva’ya ulaştıklarında Muhammed’in annesi de vefat edip orada defnedilmiştir. Cariyeleri Ümmü Eymen onu Mekke’ye getirip dedesi Abdulmut-talip’e teslim etmiş; dedesi, yetiştirmesi için onu, oğlu Ebu Talip’e bırakmıştır. Ebu Talip’in ona çok iyi baktığı, yengesinin de kendisine çok iyi davrandığı; çocukları aç olsalar bile önce onu doyurduğu rivayet edilir.

Muhammed dokuz yaşındayken amcası, ticaret yapmak için gittiği Suriye’ye onu da götürmüştür. Rivayetlere göre Busra kasabasında Bahira isminde bir rahip onun peygamber olacağını haber vermiştir. Muhammed on yedi yaşındayken de amcası Zübeyr bin Abdülmuttalib ile Yemen’e gitmiştir. Bu geziler, bilgi ve görgüsünü artırmasının yanı sıra ruhsal yapısının gelişmesinde de etkin rol oynamıştır. Bu arada amcaları ile birlikte Kureyş ve Kays kabileleri arasındaki Ficar Savaşı’na katılmıştır. Ticarete olan ilgisi Hatice ile tanışmasına neden olmuş ve onun sermayesi ile ticarete başlamıştır. Muhammed, Mekkeli, zengin bir kadın olan Hatice’nin üzerinde iyi bir izlenim bırakacak ve Hatice’nin evlenme teklifini kabul ederek onunla evlenecektir. Evlendiklerinde Muhammed 25, Hatice ise 40 yaşlarındadır. Muhammed, Hatice ölünceye kadar başka eş almamıştır. Muhammed’in Haticeden iki oğlan dört kız olmak üzere altı çocuğu olmuştur.[4]

Muhammed gençliğinde çevresinden gelen paganist görüş ve uygulamalarla ilgilenmemiştir. Kendisi, aynı dönemde herhangi bir puta tapmamakla birlikte, başkalarının tapınmalarına da açıkça karşı çıkmamıştır. Kuran ayetlerinde geçen “Yoksa sen kitap nedir? İman nedir? Bilmiyordun”[5] ve “Seni yol bilmez bulup yola iletmedi mi?”[6] ifadelerinin kendisinin İslam öncesi durumunu anlattığına inanılmaktadır.

Vahiy öncesi dönemde Araplarda eski dini birikimlerin şairler, kıssa anlatıcıları, hanifler ve Yahudi-Hıristiyan din bilginlerin dolayısıyla muhtemelen zengin mitolojik kültür birikiminin geniş toplum kesimlerince bilinmektedir, Muhammed de içinde yaşadığı bu toplumun yazılı veya sözlü anlatımlarından oluşan birikime sahip olması kuvvetle muhtemeldir. Öyle ki İslam öncesi Araplar diğer Tanrılarına da, Allah’ın kızları olarak gördükleri meleklere de, insan ile varlığını bu anlam içinde reddetmedikleri Allah arasında meşru aracılar gözüyle bakmaktadırlar. Örneğin vahiy öncesi dönemde Muhammed’in eşi Hatice’nin amcasının oğlu olması dolayısıyla görüşme ihtimali olan kişilerden biri olan rahip Varaka, Tanah ve Yeni Ahit’i de kapsayan Kitabı Mukaddes’e hâkimdi. Varaka’nın dinler tarihi konusundaki birikimlerini Muhammed’e aktardığı ve bu bilgilerin Kuran’daki Yahudi, Hıristiyan kültürüyle ilgili dini anlatımlara kaynak teşkil ettiği ileri sürülür.[7] Öyle ki Kuran’daki bazı ayetler Tanah’dakilerle neredeyse birebir benzerlik göstermektedir. Örneğin Hud suresinde, “O, öyle bir Allah’dır ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yarattı. Arşı[8] da su üstündeydi”[9] denirken Tanah’da buna karşılık şu ifadeyi buluruz: “BAŞLANGIÇTA Allah gökleri ve yeri yarattı. Ve yer ıssız ve boştu; ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı; ve Allah’ın Ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu.”[10]

Muhammed’le ilgili tartışılan konulardan birisi de okuryazar olup olmadığı konusudur. Geleneksel görüş Muhammed’in okuryazar olmadığı şeklinde ise de uzun yıllar zengin bir kadın olan Hatice’nin ticari faaliyetlerini yürütmesi vb. sebeplerle okuryazar olduğunu düşünenler de vardır.

Rivayetlere göre Peygamber olmadan önce toplumdan uzaklaşıp Mekke’nin yaklaşık 6 km kuzeyinde bulunan Hira dağındaki bir mağaraya çekilmeyi ve Ramazan ayını burada geçirmeyi âdet edinmiş, bu durum bir-iki yıl devam etmiştir.

Muhammed’in 610 yılından başlayarak, öldüğü yıl olan 632’ ye kadar aldığına inanılan ve vahiy kâtipleri tarafından kayda geçi-rilen vahiyler Kuran’ı oluşturmuştur. Kırk yaşındayken 610’da, 26 Ramazan’ı 27’sine bağlayan gece (Kadir Gecesi), Muhammed’e gel-diğine inanılan ilk vahiy şu şekilde anlatılır: Kendisi Hira Dağı’nda tefekkürle meşgulken Cebrail gelir ve ona “Oku!” der. Muhammed “Okumasını bilmem, ne okuyayım?” diye cevap verir. Bunun üzerine Cebrail, Muhammed’i sıkarak, yine “Oku!” der. Muhammed tekrar okuması olmadığını söyleyince, Cebrail onu sararak aynı şekilde sıkar ve geri bırakarak “Oku!” der. Muhammed “Okuma bilmem, söyle ne okuyayım” diye karşılık verince Cebrail, Alak Suresi’nin ilk ayetlerini söyler: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alekadan (embriyodan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir…”[11]

Korku ve heyecan içinde kalan Muhammed, ayetleri tekrar eder ve hafızasına yerleştirir. Ardından Cebrail kaybolur. Muhammed evine dönmek üzere yerinden kalkar. Yola çıkan Muhammed’e etraftan binlerce ses: “Ey Muhammed selam olsun! Ya Resulullah, sana selam olsun!” demektedir. Her defasında geriye dönüyor, taş ve ağaçlardan başka bir şey görememektedir. Ona peygamberlik verilmişti… Evine geldiğinde yatağına yattı ve yalnızca “Beni örtün” diyebildi… Uyandığında başından geçenleri Hatice’ye anlattı. Ardından başından geçenleri Hatice’nin amcasının oğlu olan Varaka bin Nevfel’e açıkladı. Yaşlı bir Hıristiyan bilgini olan Varaka bin Nevfel anlatılanları duyunca, “Kuddûs… Bu gördüğün Melek, Yüce Allah’ın Musa Peygambere gönderdiği Ruhu’l-Kudüs’tür. Sen de bu ümmetin peygamberisin. Keşke kavminin seni yurdundan çıkaracağı zaman sağ olup sana yardım edebilsem”[12] demiştir.

Bu konudaki bir başka rivayete göre Varaka’nın, “Korkarım ki ona gelen, Cebrail’den başkasıdır. Çünkü bazı şeytanlar, bir kısım insanı saptırmak için Cebrail sûretine girip ona benzerler. Amaçları akıl sahibi kişileri, deli ve mecnûn etmektir” diye görüş bildirdiği, bunun üzerine, “Nûn, kaleme ve yazdıklarına ant olsun ki, Rabbinin nimeti sayesinde sen mecnûn değilsin” (68:1-2) ayetlerinin indiği kaydedilir.

Muhammed bin Abdullah’ın ilk vahyini bir Nasruti Hıristiyan bilgini ve aynı zamanda bir şair olan Varaka bin Nevfel’e anlatmasının üzerinden çok geçmeden Varaka bin Nevfel vefat eder. Bu olayın ardından ne hikmetse vahiy üç yıl süreyle kesintiye uğramıştır. Bu vahiy kesintisi dönemi Fetretu’l Vahiy olarak adlandırılır.

Sünni inanışına göre Muhammed’in İslam’a çağrısına ilk uyan, eşi Hatice olmuştur. Onu amcası Talip’in oğlu Ali, azatlı kölelerden Zeyd bin Harise ve Ebu Bekir izlemiştir. Şia’ya göre ise ilk Müslüman amcasının oğlu Ali bin Ebu Talib’dir. Bu vahiy kesintisinden sonra on bir ayetten oluşan Duha Suresi inecektir. Bu surede, Allah’ın Peygamber’i yalnız bırakmadığı, yetimken barındırdığı, bu nedenle yoksullara yardım edilmesi ve iyi davranılması gerektiği üzerinde durulur. Bu dönemde İslam dinini kabul edenlerin büyük bir çoğunluğu dinlerini gizlemek zorunda kalmışlardır. Belli bir süre sonra Muhammed önce akrabalarını, ardından Safâ tepesine çıkarak tüm Mekke halkını açıktan açığa Müslüman olmaya çağırmıştır. İlk Müslümanlar ağır hakaret ve işkencelere katlanmak zorunda kalmışlardır.

Muhammed, Musevilik ve Hıristiyanlığı din olarak tanımakla birlikte, Yahudi ve Hıristiyanların bu dinlerin aslını bozduklarını iddia etmiştir: “Ey iman edenler, şurası bir gerçektir ki, Yahudi hahamları ile Hıristiyan rahiplerinin birçoğu insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Bir de altın ve gümüşü hazineye doldurup, onları Allah yolunda sarfetmeyenleri[13] bu yüzden acıklı bir azap ile müjdele!”[14] Meryem suresinde İsrail-oğulları soyundan gelen peygamberler onurlandırıldıktan sonra Yahudiler için şöyle denmektedir: “Sonra bunların ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı terk ettiler, heva ve heveslerine uydular; onlar bu taşkınlıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir.”[15][16] Tıpkı Yahudiler gibi Hıristiyanlar da dinlerinin aslını bozmuşlardır: “Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i verdik ve ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlığa gelince onu, biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükafatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.”[17] Bu yüzden Muhammed on-ları İslam’a davet etmiştir. Kuran’a göre bu İsrailoğullarının Tanrı’yla olan ahitlerinin bir gereğidir: “Ey İsrailoğulları,[18] size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun!”[19] Öte yandan, Bakara suresinin devamında görürüz ki Kuran da İsrailoğullarının en azından bir zamanlar Tanrı’nın seçilmiş milleti olduğunu onamaktadır: “Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti ve vaktiyle sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.”[20] Yine aynı surede Kuran’ın İbrahimi anlatının devamı olduğunu tasdikleyecek ifadelere rasla-nır: “Deyiniz ki, ‘Biz, Allah’a iman ettik ve bize ne indirildiyse İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a ve torunlarına[21] ne indirildiyse, Musa’ya ve İsa’ya ne indirildiyse ve bütün peygamberlere Rablerinden ne verildiyse hepsine iman ettik. Biz onların arasında fark gözetmeyiz[22] ve biz ancak O’na boyun eğen Müslümanlarız.’”[23] Ayrıca Kuran’da Ariusçu bir tutum göze çarpmaktadır. Şöyle ki Kuran’ da Hıristiyanlar arasında genel kabul gören üçlübirlik ve İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu fikirleri şiddetle kınanır: “Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah’ın elçisi, Meryem’e atmış olduğu kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. [24]Allah’a ve peygamberlerine inanın (Allah) üç-tür demeyin.”, “O, çocuk sahibi olmaktan yüce (münezzeh)dir. Göklerdeki ve yerdekilerin hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. Hiçbir zaman Mesih de Allah’ın bir kulu olmaktan çekinmez, Allah’a yakın melekler de. Kim O’na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini huzuruna toplayacaktır.”[25], Ve “Allah çocuk edindi” diyenleri de uyarır. Bu hususta[26] ne kendilerinin, ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz ne büyük bir iftiradır. Onlar, yalandan başka bir şey söylemiyorlar.”[27] Sonuç olarak üçlübirlik anlayışı ile İsa ve Tanrı’nın bir olduğu iddiası Kuran’a göre kâfirliktir: “Muhakkak ki, ‘Allah, ancak Meryemoğlu İsa Mesih’tir’ diyenler kâfir olmuşlardır. (Onlara) de ki: ‘Allah, Meryemoğlu İsa Mesih’i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helak etmek istese O’na kim engel olabilir?’”[28] “ ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Oysa tek ilâhtan başka ilâh yoktur.”[29] Bu arada Tanrı’ya oğul atfetmekle günaha girenler sadece Hıristiyanlar değildir. Aynı suçtan Yahudiler de paylarını almıştır: “Yahudiler, ‘Uzeyir Allah’ın oğlu’ dediler, Hıristiyanlar da ‘Mesih Allah’ın oğlu’, dediler”[30]“ ‘Rahmân, çocuk edindi’ dediler.[31] Yemin olsun ki, siz çok çirkin bir şey söylediniz.”[32]“Böyle iken dediler ki: ‘Rahmân çocuk edindi.’ ”[33]“Ey Muhammed! de ki: ‘Eğer Rahman olan Allah’ın bir çocuğu olsaydı, ona ibâdet edenlerin birincisi ben olurdum.’ ”[34] Kuran’a göre her iki din de inançsal yanlışlıklara düşmüşler ve Allah’a ortak koşmuşlardır: “Onlar, Allah’dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih’i de.”[35][36] İşte Hıristiyanlar bu inançsal yanlışlıkları yüzünden mezheplere bölünmekle cezalandırılmışlardır. Kuran’a göre: “ ‘Biz Hıristiyanız’[37]diyenlerden de söz almıştık. Onlar da kendilerine hatırlatılan şeylerin çoğunu unutmuşlardı. Biz de onların arasına, kıyamete kadar sürecek kin ve düşmanlık soktuk.[38] Allah, ne yapmış olduklarını onlara – elbette haber verecektir.”[39]Ne ki Hıristiyanlığın mezheplere bölünerek birbirine düşman olmalarını Tanrı’nın bir cezası olarak öne süren İslam da Muhammed’in ölümünden sonra bitmek tükenmek bilmeyen mez-hep kavgalarına girecektir. Bunun dışında şunu da belirtmek gerekir ki Kuran, Hıristiyanlığı değer olarak Museviliğe üstün bir yere koymakta gibidir. Çünkü bir zamanlar Tanrı’nın üstün bir yere koyduğu Yahudiler zamanla yoldan çıkmıştır. Bu durum İsrailoğulları tarihine kaba bir biçimde değinilen A’raf suresinde anlatılır. Bu surede Tanrı, İsrailoğullarını Mısır’dan çıktıktan sonra on iki kabileye bölenin de kendisi olduğunu söylemektedir: “Biz onları oniki kabileye, o kadar ümmete ayırdık.”[40] Surenin devamında Tanrı’nın emirlerine karşı gelen İsrailoğulları’ nın başlarına Kıyamet gününe kadar onlara zulmedecek kavimler getirilerek cezalandırılacağı söylenir: “O Vakit Rabbin işte şu ahdi ilan edip bildirdi ki: Kıyamet gününe kadar onlara en kötü muameleyi yapacak olan kimseleri başlarına gönderecektir.”[41] A’raf suresine göre bu cezalandırılan İsrailoğullarının sonraki kuşaklarının durumu da bundan pek farklı olmayacaklardır: “Derken kitabı (Tevrat’ı) miras alan bozuk bir nesil bunların yerini aldı. Bize nasıl olsa mağfiret edilecek diyerek[42], şu alçak dünya malını alıyorlar, yine onun gibi bir mal ve rüşvet gelse onu da alırlar. Allah’a karşı haktan başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın hükmü üzere misak alınmamış mıydı?”[43][44] Dolayısıyla Yahudiler İseviler aracılığıyla lanetlenmişlerdir: “İsrailoğulları’ndan küfredenler, Da-vud ve Meryem’in oğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir.[45] Bu, onların isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri yüzündendi.”[46] Dolayısıyla Kuran’a göre her ne kadar genel olarak Üçlübirlik ve İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu gibi yanlış bir inanca sahip olsalar da bazı Hıristiyanlar -Ariusçular gibi- İslami görüşe yakın oldukları için lanetlenmiş Yahudilerden daha evla kabul edilmişlerdir: “İman edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak yahudileri ve Allah’a ortak koşanları bulursun. Ve yine iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: ‘Biz Hıristiyanlarız’ diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar.”[47][48] Ama ne olursa olsun İslam’a göre bu İslam dışındaki dinlerin hepsi Tanrı’ya ortak koşmak bakımından birdir ve kötüdür: “Şüphesiz o iman edenler, yahudi olanlar, sabiîler (yıldıza tapanlar), Hıristiyanlar, ateşe tapanlar ve (Allah’a) eş koşanlar (yok mu?) Allah, kıyamet günü bunların arasını şüphesiz ayıracaktır. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla görüp bilendir.”[49] En nihayetinde Kuran Hıristiyan ve Yahudilerle onlar vergiye bağlanıncaya kadar savaşılmasını emreder, çünkü onlar Allah’ın peygamberi Muhammed’i tanımamakta ve öğretisine karşı çıkmaktadırlar: “Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde ne Allah’a, ne ahiret gününe inanmayan,[50]Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyen kimselere alçalmış oldukları halde elden cizye verecekleri hale gelinceye kadar[51] savaş yapın.” Bu emir öyle kesin bir emirdir ki Bizans’a karşı yapılan Tebük seferine katılmayan Müslümanlar Kuran’da açıkça lanetlenmişlerdir: “Ve onlardan biri ölürse asla namazını kılma ve kabirinin başına gidip durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü tanımadılar. Ve fasık[52]olarak can verdiler.”[53]

Muhammed’in İbrahimi anlatıya dayanan dini öğretisi, kendi mevkilerinin tehlikeye girebileceğini düşünen Mekkelileri tedirgin etmiştir. Kâbe’den putların kaldırılması, ticareti engelleyeceği ve birtakım alışkanlıklara son verebileceği için büyük tepkiyle karşılanacaktır. Bir kısım Müslüman, kendilerine yapılan işkenceler artınca Habeşistan’a göç etmek zorunda kalmıştır. İki dalga hâlinde göç edenler, bir süre sonra Muhammed’in Mekkelilerin Müslüman oldukları ve Muhammed’le anlaştıkları (Garanik) yolunda aldıkları bir haber üzerine geri Habeşistan’a dönmüşlerse de Mekke’ye geldiklerinde bunun doğru olmadığını öğrenince yeniden gitmişlerdir. Bu arada iki güçlü ve önemli mevki sahibi kişi olan Ömer ve Hamza’nın Müslümanlığı kabul etmeleri Müslümanların moral ve cesaretlerini artıracak; Kâbe’de açıkça namaz kılacaklardır. Muhammed’in, amcası Ebu Leheb dışındaki akrabalarından yardım görmesi ve Mekke önde gelenlerinden bazılarının Müslüman olmaları, paganist inancına sahip kişilerin tepkilerini daha da artıracaktır. Muhammed, eşi Hatice ve amcası Ebu Talib’in ölmeleri üzerine Mekkelilerin Müslüman olmaları konusunda ümitsizliğe kapılarak Taif’e yerleşmek istemiştir. Ancak burada tepki daha da büyük olacak ve Muhammed, Mekke’ye geri dönmek zorunda kalacaktır. Tüm bu olaylara karşın, düşüncelerini sürekli yaymaya çalışmaktan geri durmayacaktır. Böylece din alanındaki çalışmalarını Mekke dışına taşımaya yönelecektir.

Rivayetlere göre Muhammed, Medine’ye gitmeden bir süre önce, İsra ve Mirac mucizesi meydana gelecektir: Bir gece, Muhammed, Cebrail’in eşliğinde, önce Mescid-i Aksa’ya gidecektir. Orada, İbrahim, Musa, İsa ve diğer peygamberlerden bazılarıyla görüşecek; sonra göğün en son katı olan Sidretu’l-Münteha’da, Allah’ın ayetlerini gördükten sonra, aynı gecede Mekke’ye dönecektir. Ayrıca bu gecede Allah ile insanların anlayamayacağı bir dil ile konuşmuştur. Bu da Musa’nın ilk vahiy alışındaki hikâyesiyle benzerlik arzetmektedir ki Musa’da Sina Dağı’nda Tanrı’yla görüşmüş ve on emri alarak dönmüştü. Bu yolculuğunda, Muhammed’e cennet, cehennem ve bu ikisine girenlerin hâli gösterilmiştir. Sünni inancına göre bu yolculuk esnasında, diğer bazı hükümler yanında beş vakit namaz da farz kılınmıştır. Yine Sünni inancında Muhammed bu yolculuğu hem ruh hem beden ile Şii inancında ise sadece ruh ile yapmıştır.

Kuran’da sadece İsra olayına yani Peygamber’in geceleyin Mescid-i Aksa’ya gidişine yer verilir. Diğer detaylar ise, genellikle Mi’raç olarak adlandırılır ve hadis kitaplarında anlatılır.

Anlatılanlara göre Muhammed, Mekke’ye dönünce, bu yolculuğunu anlatmış; bunun üzerine Kureyşliler, ona inanmamışlardır. O’ndan, Mescid-i Aksa’yı kendilerine tarif etmesini istemişler; Mescid-i Aksa’yı tam ve doğru olarak tasvir edince susmuşlardır. Ne ki yıllarca Mekke dışına ticaret yapmak için çıkmış bulunan Muhammed’in Mescid-i Aksa’yı önceden görmüş ya da tasvirini başkasından duymuş olmasının hiçbir sıradışı yanı yoktur. Ayrıca Muhammed, Kureyşlilere, Mi’rac’a çıkarken yolda gördüğü Kureyş’ in bir kervanının ertesi günün belirli bir vaktinde geleceğini haber vermiştir. Aynen söylediği vakitte kervan gelerek Mi’rac’ının doğru olduğunu tasdik etmiştir. Bir anlatıma göre ise kervanın dönüşü bir saat gecikmiş ama bu gecikmeyi telafi etmek için Allah güneşin doğuş saatini bir saat geciktirerek Peygamber’in sözünün yalan çıkmamasını sağlamıştır.[54] Ancak güneşin geç doğmasının hiçbir hadis ve siyer kitabında yer almadığını ve uydurma olduğunu iddia edenler de vardır.[55]

Rivayetlere göre Kureyşliler, Ebu Bekir’e giderek derler ki: “Senin arkadaşın dün gece Kudüs‘e, oradan da semaya çıkıp tekrar Mekke‘ye döndüğünü söylüyor, ne dersin?”, O da: “O söylüyorsa doğrudur!” diye cevap verir. Lakin çağdaşlarının önceki İbrahimi peygamberlerin mucizeler sergilemesine rağmen Muhammed’in bu şaibeli İsra ve Mir’aç olayını saymazsak açık ve aleni bir mucize göstermemesi üzerine yaptıkları meşru eleştirileri olmuştur. Bu eleştiriye Kuran şöyle cevap vermektedir: “Bizi, âyetler (mucizeler) ve peygamber göndermekten alıkoyan şey, ancak öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semûd’a, açık bir mucize olarak o dişi deveyi[56] vermiştik de ona zulmetmişlerdi (deveyi boğazlayarak kendilerine yazık etmişlerdi). Oysa biz, o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz.”[57] Lakin bu ayet içinde zımnen Tanrı’nın binyıllar boyunca peygamberlerine mucize göstertmekle yaptığı hatayı nihayet son peygamberinde fark etmesi anlamını içermektedir. Ayrıca ayette geçen mucizelerin yalnızca korkutma amaçlı olduğu yolundaki ifade de İbrahimi anlatının öncesiyle hiç de uyuşmamaktadır. Dolayısıyla sözkonusu eleştiriye getirilen bu yanıt pek de yeterli ve inandırıcı durmamaktadır.

Muhammed Hac mevsiminde Akabe’de Mekke’ye gelen Medineliler (Yesribliler) ile görüşmüş ve anlaşmıştır. Aslında Medineliler, dinsel bir vaizden çok, kabile savaşlarında kendilerine önderlik edecek birini aramaktadırlar ve Muhammed’de bu iki niteliğin de bulunduğu, Hicret’ten (622) sonra anlaşılacaktır. Medinelilerden, önce altı, sonra on iki kişi Müslüman olmuştur. Sonuç olarak Medineliler, İslam’ı kabul edip memleketlerine dönecek ve İslam’ı anlatmaya başlayacaklardır. Ertesi yıl aynı yerde yetmiş üç erkek, iki kadın Medineli Müslüman, Muhammed, Medine’ye gelip bu kente yerleşirse kendisini koruyacaklarına söz vermişlerdir. Bu anlaşma Mekke’de öğrenilince Müslümanlara baskı ve zulüm daha da artacak ve Müslümanlar büyüklü küçüklü topluluklar hâlinde Medine’ye göç etmeye başlayacaklardır. Medine’nin, Mekke ticaret yolu üzerinde bulunması ve burada Müslümanların giderek çoğalması, Mekkeliler’in çıkarlarına aykırı düşmüş; bu nedenle Mekkeliler Müslümanların Medine’ye göç etmelerine engel olmaya çalışmışlardır. Mekkeliler baskıyla Muhammed’i vazgeçirememeleri ve Medine’de Müslümanların giderek kuvvetlenmesi üzerine, durumun kendileri için tehlike yaratacağı düşüncesiyle Daru’n-Nedve dedikleri meclislerinde toplanarak meseleyi görüşeceklerdir.

Görüşmelerde yerleşik düzeni tehdit eden İslam’ın hızla büyüdüğü ve Muhammed’in bu çalışmalarını durdurmak gerektiği görüşünde birleşilecektir. Mekke’nin ileri gelenleri bu görüşte birleşince, nasıl hareket edecekleri ve hangi yöntemleri uygulayacakları konusunda görüşmeye başlayacaklar ve ilk önce şu görüş ortaya atılacaktır: “Muhammed’i prangaya vurup hapsedelim!” Bu kabul edilmeyince: “Onu memleketimizden sürgün edelim; ne hâli varsa görsün!” denilecek ve bu görüş de kabul edilmeyince, İslam’ı sevmeyen ve onu çok tehlikeli bulan Amr bin Hişam: “Benim görüşüme göre, onu öldürmekten başka çaremiz yoktur. Bunun için de, her kabileden birer genç seçelim. Her birine de birer keskin kılıç verelim. Bunların hepsi birden, kararlaştırdığımız yer ve zamanda Muhammed’i pusuya düşürerek öldürsünler; biz de ondan kurtulalım! Böyle olursa, onun kan davası bütün kabilelere düşeceğinden ve ailesi olan Benu Abdi Menaf, herkese savaş açamayacağından, diyete razı olurlar, biz de diyetlerini veririz!” diyecek; en nihayetinde de bu görüş kabul edilecektir.

Gece suikastçiler, Muhammed’in evini sararak, onu öldürmek için uyumasını bekleyecekler; İslam inancına göre, Allah, onların oyununu Peygamber’e bildirecek ve Ali, Muhammed’in yerine geçecektir. Suikastçılar yorganı açıp yatakta Ali’yi görünce çok şaşırmış ve durumu üslerine anlatmak üzere gitmişlerdir. Muhammed, evden çıkarak Ebu Bekir‘in evine gitmiş ve hicret için geldiğini söylemiş, rivayete göre Ebu Bekir’in evinde bir süre oturduktan sonra beraberce, Medine’ye hareket etmişlerdir.

Mekkeliler, Muhammed hicret edecek olursa, bir kısmı İslam’ı kabul etmiş olan Medine’ye gideceğini bilmekteydiler. Muhammed de bunu düşünerek, Medine yoluna değil, Mekke’nin güneybatısına düşen Sevr dağına hareket edecektir.

Muhammed, Ebu Bekir ile Sevr mağarasında üç gün geçirecektir. Mağaraya önce Ebu Bekir girmiş ve içinde akrep, yılan gibi zehirli hayvanların olup olmadığını yoklamış; bu kontrolden sonra Peygamber içeri girmiştir.

Bu sırada Mekkeliler, her tarafta Muhammed’i aramaktadırlar. Becerikli bir iz sürücüsü, Mekkelileri Sevr mağarasına kadar getirmiştir. Ancak İslam inancına göre bu sırada bir mucize olmuş, bir örümcek mağaranın ağzına ağ örmüş ve bir güvercinde yuvasını mağara girişine kurmuştur. Askerler mağaranın yanına gelince, Ebu Bekir endişelenmeye başlamış; bunun üzerine Muhammed, onu teselli etmiştir: “Tasalanma, Allah bizimle beraberdir.” Mekkeliler mağara girişindeki örümcek ağını ve güvercin yuvasını görünce içeride kimse olamayacağını düşünerek geri dönmüşlerdir.

Muhammed ve Ebu Bekir 20 Eylül 622’de, Medine yakınlarındaki Kuba‘ya ulaşmışlardır. Muhammed, tekbir ve ilahilerle karşılanacak; Kuba’ya varır varmaz Kuba Mescidi’ni inşa ettirecektir. Burada Külsüm bin Hedm’e konuk olmuştur. Muhammed, on gün dinlendikten sonra, yanında bulunan ashabı ile beraber Medine’ye hareket edecektir. Bu sırada Ali de Kuba’ya varmıştır.

Muhammed, Medine’de tüm Medinelilerce beklenmektedir. Muhammed Medine’ye varınca Beni Salim mahallesinde Cuma Namazı’nı kıldıracak ve ilk hutbesini verecektir. Muhammed ilkin Medine’de Ebu Eyyub el-Ensari’nin konuğu olur. Ancak halk Peygamberlerinin kendi evlerinde kalması konusunda tartışınca Muhammed bir öneri sunar “devesinin ilk çökeceği yere evinin yapılması” ve halk bunu kabul eder. Devesinin ilk çöktüğü yere bir Mescid ve kendi ailesinin kalması için mescide bitişik odalar yapılır. Muhammed, bir hadisinde şöyle diyecektir: “Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram haricinde diğer mescitlerde kılınan namazlardan bin kat hayırlıdır.” Mescidin bir yanına da barınaksız kişilerin kalabilmeleri için “Suffa” adı verilen bir yer yapılır, burada kalanlara “Ashab-ı suffa“ denilecektir.

Medine (Yesrip’e Müslümanlarca Medinetü’n Nebi, Peygamberin Şehri denilecektir) halkı, dinleri uğruna Mekke’den göçenlerden (Muhacir) ve bunlara yardımcı olduklarından dolayı Ensar adını alan yerli halk (aslen Yemenli Evs ve Hazreç kabileleri ki yerleştikleri bu yere Yemen Serabı anlamında Yesrip demişlerdir) ile Beni Kureyza, Beni Kaynuka, Beni Nadir adlı Yahudi kabilelerden oluşmaktaydı. Bunlar arasında birlik sağlamak oldukça güçtü. Medine sınırları yakınlarında Hayber vb. yerlerde yaşayan Yahudiler, varlıklı kişiler olduklarından, çevre üzerinde etkiliydiler. Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki geleneksel düşmanlığın yeniden alevlenme olasılığı da vardı. Ayrıca Ensar ile Muhacirleri kaynaştırmak, çözülmesi gereken bir sorundu. Muhammed, bütün bu kesimleri birleştirip bağdaştırmak amacındaydı. Ancak her şeyden önce çok yoksul olan göçmenlerin durumlarının düzeltilmesi gerekmekteydi. Muhammed Muhacirleri Ensar ile kardeş ilan ederek, ensarın onlara yardım etmesini sağlamıştır. Yahudiler ile açılan aralarını düzeltmek için bu kavmi, Hıristiyan ve putperestleri de Müslümanlarla birlikte içine alan Medine kent devletini kuracaktır. Arapça Madinat/Madinah/Medine’nin Türkçe karşılığı şehirdir, Yesrip bir site devletidir. Farklı kesimlerin hak ve yükümlülüklerini saptayan 47 maddelik bir tür Medine Antlaşması benimsenir.

Medineli Yahudiler, Müslümanlığa karşı çıkacak; İslam’a ve Müslümanlara karşı olumsuz tutumlardan vazgeçmeyeceklerdir. Ayrıca Medine’de Muhammed’e karşı olanlar Müslümanlığı seçtiklerini söyleyip karışıklık çıkartmaya çalışacaklardır.

Muhammed 632 yılının Mart ayında (9 Zilhicce) arefe günü 100.000’den fazla kişiye Rahmet Dağı’nda verdiği son hitabesi veda hutbesinden sonra hastalanacaktır. Son anlarında Ayşe ve kızları yanında olmuştur. Başı Ayşe’nin göğsüne dayalı şekilde kelime-i şehadet getiren Muhammed’in son tavsiyesi, “Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız, namaza dikkat ve devam ediniz!”şeklinde olacaktır.[58] Bu şekilde 8 Haziran 632 yılı pazartesi günü vefat eder.

Vefat haberini duyan ashab hemen evine gelir. Ömer onun öldüğünü kabullenememektedir. Ebubekir, “Şayet Muhammed’e tapıyor idiyseniz, bilin ki Muhammed öldü. Yok, şayet Allah’a tapıyorsanız, bilin ki Allah bâkidir” diyerek insanları yatıştırır ve daha sonra şu ayeti okur: “Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır” (Al-i İmran 144).[59] Peygamber, Mescid-i Nebi’nin yanında mezarına defnedilir.

Prof Dr. Mehmet Soysaldı, Muhammed’ın hayatı boyunca on iki kadınla evlendiğini belirtir.[60] Ancak bazı yabancı kaynaklara göre ise kesin sayısı bilinmeyen, çok sayıda evlilik, cariye edinme, sözlenme, ayrılma ve müt’a gibi ilişkiler yaşamıştır. Eşlerinden Kureyş kabilesinden olanlar Hatice, Sevde binti Zem’a, Aişe, Hafsa, Ümmü Habibe ve Ümmü Seleme’dir. Kureyş kabilesinden olmayan Arap eşleri Zeynep binti Cahs, Meymune binti Haris, Zeynep binti Huzeyme ve Cüveyriye binti Haris’dir. Arap olmayan eşleri ise Mariyye el-Kıptiyye ve Safiyye binti Huyey’dir.[61]

Muhammed, Hatice vefat ettikten sonra iki buçuk yıl evlenmemiştir. Ancak sonrasında Havla bint Hâkim’in tavsiyesiyle önce dul ve yaşlı bir kadın olan Sevde binti Zem’a ile evlenmiş, kısa bir süre sonra da genç bir kız olan Aişe bint Ebu Bekir ile sözlenmiştir. Ancak sözlendiğinde henüz küçük yaşta olan Aişe ile üç yıl sonra yani hicretten sonra evlenmiştir. Aişe, Muhammed’in önceden evlilik yapmamış tek eşidir. Aişe’nin sözlendiğinde altı, evliliğinde ise dokuz yaşında olduğu değişik kaynaklarda zikredilmektedir.

Medine’ye hicretten sonra Muhammed savaşlarda ölen Müslümanların dulları olan üç kadınla (Uhud’da ölen Huneys b. Huza-fe’nin dulu Hafsa bint Ömer bin Hattab, Bedir’de ölen Ubeyde b. el-Haris’in dulu Zeyneb bint Huzeyme, Uhud’da ölen Abdullah bin Abdilesed’in dulu Hind el-Mahzumiye -Ümmü Seleme), bazı önemli kabilelerle akrabalık bağı kurmak için beş kadınla (Mustalik oğullarının reisi el-Haris’in kızı Cüveyriye, Kureyş lideri Ebu Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe , Medine Yahudilerinden Nadir Oğulları kabilesi reisi Huyey b. Ahtab’ın kızı Safiyye, Âmir b. Sa’sa’a kabilesinden Meymune, Mısır Mukavkısı’nın hediyesi Mariye el-Kıpti ve evlatlığı olan Zeyd’in karısı ve halasının kızı olan Zeynep binti Cahş ile) evlenmiştir.

Muhammed’in ilk eşi Hatice’den iki oğlu, dört kızı olmuştur. Oğulları Kasım ve Abdullah’dır. İşte Muhammed’in Ebu’l Kasım (Kasım’ın babası) olan künyesi Hatice’den olan bu ilk oğluna dayanmaktadır. Oğulları küçük yaşlarda ölmüştür. Kızlarının isimleri ise Zeynep, Rukiye, Ümmügülsüm ve Fatıma’dır. En küçük kızı Fatıma, özellikle Şii mezhebinde kutsanır ve ikinci Meryem olarak anılır. Fatıma, Muhammed’in İslam tarihi açısından en fazla iz bırakan çocuğudur ki İslam geleneğinde Şerif ile Seyyidlerin soyları Fatma ve Ali yoluyla Muhammed’e dayandırılır.

Yazar Turan Dursun’a göre ise Muhammed’in ilk eşi Hatice’den olan çocuklarının sayısı konusunda görüş birliği yoktur. Farklı rivayetlerde değişik sayılar bulunmakla birlikte yaygın kanaate göre bu sayının sekiz, dokuz, on veya on bir olduğunu ve bu çocukların Hatice’nin kızkardeşinden kalma yetimleri olabileceğini de belirtir.

Muhammed’in Hatice’den sonraki evliliklerinden Mariye’den olan oğlu İbrahim dışında çocuğunun olmadığı, İbrahim’in iki yaşında vefat ettiği bildirilmektedir.

İslam’ın dini ritüellerinden bahsedersek İslam geleneğinde dine girmenin şartı olan Kelime-i şehadet’te Allah’ın birliği ve “Muhammed”in O’nun elçisi olduğu tasdik edilir.

Müslümanlar başlangıçta Kudüs’te bulunan Mescid’i Aksa’ya dönük olarak ibadet yapmışlardır. Hicret’in ikinci yılı olan miladi 624’te Mescid-i Aksa yerine, Mekke’deki Kâbe kıble olarak kabul edilmiştir; Müslümanlar namaz için Kabe’ye yönelmeye başlamışlardır. Kurban, Musalla denilen açık alanda kesilmiş; ertesi yıl ise Ramazan, oruç ayı olarak kabul edilmiş ve hac farz kılınmıştır.

İslam geleneğinde bir rivayet zinciri ile Muhammed’e isnad edilen söz, fiil ve davranışlara Hadis, bunların tatbikine Sünnet denir. Hadis ve Sünnet, İslam fıkhında Kuran’dan sonra ikincil kaynaktır. Rivayete göre Muhammed, ölümü öncesinde hastalığının en şiddetli anlarında kâğıt-kalem getirilmesini istemiş; Müslümanların yollarını şaşırmamaları için bir yazı yazdıracağını söylemiş ancak daha sonra bundan vazgeçmiştir. Bu yüzden hadisler Peygamber’in ölümünden ancak yaklaşık iki asır sonra kâğıda dö-külmeye başlanmıştır.

Macar Goldziher’e göre hadis olarak rivayet edilen haberlerin Peygamber’le ilgisi yoktur. Müslümanlar Kuran’da bulamadıkları pek çok konuyu, ayrıca kendi kanaatlerini ve doğru bulduklarını hadis formunda ifade etmişlerdir. Bu rivayetler İslam’ın birkaç asır devam eden oluşum süreci içinde bu sürece katılan siyasi, ictimai, iktisadi vb. birçok belgelerdir.[62]

İslam âdetleri Muhammed’in resminin çizilmesini hoş görmediği için onu sözle tasvir etme yöntemi tercih edilmiştir. Osmanlı hattatları bu anlatımları hilye adı verilen bir sanat hâline getirmişlerdir. Hilyelerde genellikle tercih edilen rivayette Ali bin Ebu Talib Muhammed’i şu şekilde tasvir etmiştir: “Hazreti Peygamberin boyu ne çok kısa, ne de çok uzundu, orta boyluydu. Ne kıvırcık kısa ne düz uzun saçlı; saçı, kıvırcıkla düz arasında idi. Değirmi (yuvarlak) yüzlü, duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikliydi. İri kemikli ve geniş omuzluydu. Göğsü, ortadan karnına kadar kılsızdı. İki avucu ve tabanları dolgundu. Yürüdüğü zaman, sanki yokuş aşağı iner gibi rahatlıkla ilerlerdi. Sağına ve soluna baktığında bütün vücuduyla dönerdi. İki omuzu arasında ‘Nübüvvet mührü’ vardı. Bu, Onun sonuncu peygamber oluşunun nişanesi idi. O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu, en arkadaş canlısıydı. Kendilerini ansızın görenler O’nun heybeti karşısında sarsıntı geçirirler, fakat üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, O’nu her şeyden çok severlerdi.”[63]

Muhammed için yapılan eleştiri veya övgüler, büyük oranda onun için yazılmış siyer ve megazi kitaplarındaki anlatımların ve ona atfedilen hadislerin doğru ve gerçekleri yansıttığı varsayımları üzerinden yapılmaktadır. Mitolojik hikâyelerle süslenen, negatif anlatımların ayıklandığı İslami kaynaklarda Muhammed yüceler yücesi bir karakter olarak tasvir edilirken, pozitif anlatımların ayıklandığı anti-İslam kaynaklarda aynı kişi bir şeytan veya deccal karakteri olarak ortaya çıkmaktadır. İslami radikal akımlar ve İslamofobi şeklinde yansımaları bulunan bu tutumlar değişik coğrafi bölgelerde şiddet içeren sosyal olayların çıkmasına yol açabilmektedir.

İmdi Muhammed’e yöneltilen eleştirilere bir göz atalım. Muhammed’in Müslümanlar hakkında alaycı şiirler yazan bazı Yahudi şairlerin (Ebu Afâk, Asma bint Mervan, Ka’b İbni El-Eşref) ve tüccarlarının (İbni Sunayna ve Ebu Rafi) öldürülmesi emrini verdiğini bazı hadis ve siyer kitapları kaydeder.[64]Muhammed’in bazı Yahudi kabilelerine savaş açıp onları Medine’den sürdüğü kaydedilmiştir. Muhammed’in Kurayza kabilesine 700-1000 civarında erkeği öldürttüğü, mallarına el koyduğu ve geride kalan kadın ve çocukların köle olarak satıldığı bilgileri bulunmakla birlikte bu uygulamaların tarihsel gerçekliği tartışmalı bir konudur.

Ortaçağda bazı Yahudi yazarların Muhammed’i Tanah’da kendisinin peygamber olduğuna inanan kişiler için kullanılan ha-meshuggah (“kötü adam”) şeklinde tanımladıkları görülür. Yine Ortaçağda koyu bir Katolik olan Dante de İlahi Komedya’da Muhammed’i Cehennemin hilecilerin yer aldığı sekizinci dairesinin arabozuculuk ve bölücülük yapanların bulunduğu dokuzuncu hendeğine yerleştirmiştir.[65] Bunun sebebi de Ortaçağ Hıristiyan dünyasında Muhammed hakkında oluşmuş söylentidir. Bu söylentiye göre Muhammed güya kardinaldir ve kendisine papalık vaat edilmişse de her nedense bu vaat yerine getirlmemiştir. Bunun öcünü almak isteyen Muhammed de yeni bir din kurmuştur. İşte Dante bu gerçek dışı rivayetten etkilenerek Hıristiyanlığın içine nifak soktuğunu düşündüğü Muhammed’i cehenneminin bahsi ge-çen bölümünde cezalandırmıştır. Martin Luther ise Muhammed’i şeytan veya şeytanın ilk doğan çocuğu olarak tanımlamıştır.[66]

Hırıstiyan dini kaynakların Muhammed’in hayatıyla ilgili eleştirileri; kutsal kitaplarda Muhammed’in haber verilmesi konusu, Muhammed’in yanlış öngörüleri; kişisel yeterliliği; tanrılaştırılması; insan olarak davranışları; acımasızlığı; evlilikleri; İslam’da kadın-erkek eşitsizliği; Muhammed ile İsa’nın karşılaştırılması gibi başlıklar altında yapılmıştır.

Bazı kaynaklara göre Muhammed kendi zamanında olasılıkla olağan karşılanan ancak günümüz değer yargılarıyla şiddetle eleştirilere uğrayan, kesin sayısı bilinmeyen, çok sayıda evlilik, cariye edinme, sözlenme, ayrılma ve müt’a gibi ilişkiler yaşamıştır. En çok eleştirilen evlilikleri Zeyneb binti Cahş, Aişe binti Ebubekir, Cüveyriye bint Haris ve Safiyye Binti Huyey ile yaptığı evliliklerdir.

Turan Dursun çocuk yaşlarda kızların yaşlanmış olan Muhammed ve diğer erkek ilk Müslümanlar ile evlendirilmelerini eleştiri konusu yapar. Osman bin Affan örneğinde, bir diğer eleştiri konusu nikâhın Osman’ın Müslüman olması karşılığında yapılmasıdır.

Arif Tekin‘in bazı eleştirileri; Muhammed’in Tanrı tanımında kullandığı isim, sıfat ve zamirlerle, kadınlara ait tutum ve ifadelerinde, içinde yetiştiği “erkek egemen” toplum yapısının yansımalarının bulunması ve Muhammed’in Kuran’da Mekke döneminde fikir ve inanç özgürlüğünü çağrıştıran mütevazı ifadelere yer verirken, güçlü ve savaşmak için imkânlara sahip olduğu Medine döneminde muhaliflerine karşı savaş ve tehdit içeren ifadelere yer vermesidir. Kendisinin keskin ifadeler içeren bir diğer eleştirisi ise Muhammed’in gerçekten Tanrı’ya inanıp-inanmadığı sorunudur. Tekin bu çıkarımı Ahzap suresi örneğinde olduğu gibi Muhammed’in özel hayatını kollayan Kuran ayetlerine referans vererek yapar:[67] “Ey peygamber! Biz bilhassa sana şunları helâl kıldık: Mehirlerini[68]vermiş olduğun eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak ihsan buyurduklarından sahip olduğun cariyeleri[69], amcalarının kızlarından, halalarının kızlarından, dayılarının kızlarından, teyzelerinin kızlarından[70] seninle beraber hicret etmiş olanları, bir de mümin bir kadın kendini peygambere hibe ederse[71], peygamber nikâh etmek istediği takdirde, onu başka müminlere değil de sadece sana mahsus olmak üzere helâl kıldık. Onlara eşleri ve cariyeleri hakkında neyi farz kıldığımızı biliyoruz.[72] Bunlar sana hiçbir darlık olmaması içindir. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Onlardan dilediğini geri bırakır, dilediğini yanına alırsın. Sırasını geri bıraktığın kadınlardan dilediğini yanına almanda da sana bir günah yoktur.[73] Onların gözleri aydın olup[74]üzülmemelerine ve kendilerine verdiğin ile hepsinin hoşnut olmalarına en elverişli olan budur. Allah kalblerinizdekini bilir. Allah her şeyi bilir ve yumuşak davranır.[75] Bundan başka kadınlar sana helâl olmaz.[76] Bunları başka eşlerle değiştirmek de olmaz.[77] İsterse güzellikleri hoşuna gitsin. Ancak sahip olduğun cariyen başka. Allah her şeye gözcü bulunuyor. Ey iman edenler! Peygamber’in evlerine vaktine bakmaksızın ve yemeğe izin verilmedikçe girmeyin. Fakat çağırıldığınız vakit girin. Yemeği yediğinizde de hemen dağılın. Sohbet etmek için de izinsiz girmeyin. Çünkü bu haliniz Peygamber’e eziyet veriyor, ama o sizden utanıyor. Fakat Allah gerçeği söylemekten utanmaz.[78]Hem O’nun hanımlarına bir ihtiyaç soracağınız vakit de perde[79] arkasından sorun. Böyle yapmanız hem sizin kalbleriniz ve hem de onların kalbleri için daha temizdir. Hem sizin Resulullah’a eziyet etmeye hakkınız yoktur. Ondan sonrahanımlarını da ebediyyen nikâh edemezsiniz.[80] Çünkü bu Allah katında çok büyük bir günahtır.”[81] “Andolsun ki, eğer[82] münafıklar ve kalblerinde bir hastalık olanlar[83] ve Medine’de dedikodu yapanlar[84], bu yaptıklarından vaz geçmezlerse, mutlaka seni onlara musallat ederiz. Sonra seninle orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar.[85] Melun olarak nerede bulunurlarsa yakalanırlar ve öldürülürler.[86] Allah’ın bundan önce geçenler hakkındaki kanunu budur. Ve sen Allah’ın kanununu değiştirmeye asla çare bulamazsın.”[87][88] Azhab suresinde Muhammed’in eşleri de bizzat uyarılmaktadır: “Ey Peygamber’in hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer takva ile korunacaksanız[89], konuşurken kırıtmayın da kalbinde bir hastalık bulunan kimse tamaha düşmesin. Güzel ve dosdoğru söz söyleyin.”[90] Ama bu surenin Kuran’ın Muhammed’i özel hayatında kayırmasının en çarpıcı yanı, O’na evlatlığının boşandığı karısıyla evlenebilmesi konusunda izin vermesi ve bunun gelecek kuşaklar için de uygun bulmasıdır: “Hem hatırla o vakti[91] ki, o kendisine Allah’ın nimet verdiği ve senin de ikramda bulunduğun kimseye: ‘Hanımını kendine sıkı tut ve Allah’dan kork’ diyordun da nefsinde Allah’ın açacağı şeyi gizliyordun. İnsanlardan çekiniyordun. Halbuki Allah kendisini saymana daha lâyıktı. Sonra Zeyd o kadından ilişiğini kestiği zaman, biz onu sana eş yaptık ki, oğulluklarının ilişkilerini kestikleri hanımlarını nikâhlamada müminlere bir darlık olmasın.[92] Allah’ın emri de yerine getirilmiştir.” Muhammed’in özel hayatını kollayan ayetler sadece Azhab suresiyle de sınırlı değildir. Mesela Nur suresinin önemli bir bölümü Muhammed’in eşi Ayşe’yle ilgili bir dedikodunun kınanması ve lanetlenmesiyle ilgilidir: “Haberiniz olsun ki (Muhammed’in eşine) bu ağır ifki (iftirayı)[93]uyduranlar sizin içinizden bir gruptur[94]. Bunu kendiniz için bir kötülük saymayın; aksine o, sizin için bir iyiliktir. Onlardan herbir kişiye, günah olarak ne işlemişse (onun karşılığı ceza) vardır. (Elebaşlılık yapan, bu yüzden de) bu günahın büyüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır.”[95][96]

[1]            Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 108, 112; Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:353; El-Envârü’l-Muhammediyye mine’l-Mevâhibü’l-Ledünniyye, s. 143 (İbn-i Abbas’tan rivayet olunmuştur).

[2]            İbn-i Hişam Sire c. 1 s. 12, İbn-i Sâd Tabakat c. 1, s. 55-56, Belâzuri Ensabu’l-Eşraf c.1 s. 12, Taberî Tarih c.2 s. 172-180.

[3]            İbn-i Sâd Tabakat c. 1, s. 20, Müslim Sahih c. 7 s. 58.

[4]            Muhammad.” Encyclopædia Britannica Ultimate Reference Suite. Chicago: Encyclopædia Britannica, 2011.

[5]            Şura 52.

[6]            Duha 7.

[7]            Halil Aldemir, Vaniy Örcesi Kuran Kıssalarının Bilinebilirliği.

[8]            Taht. Bazı müfessirler bu ifadeyi “Kudret Tahtı” şeklinde tefsir ederler.

[9]            Hud 7.

[10]          Tekvin 1,2.

[11]          Alak 1-3.

[12]          Bana kalırsa Varaka bin Nevfel’in burada Muhammed’i Musa’ya benzetmesi bir tesadüf değildir. Hikâyede tıpkı Muhammed’in Cebrail’e okuma bilmediğini söylemesi gibi Tanah’da da Musa Tanrı’ya iyi bir hatip olmadığını söylemiştir: Ve Musa RABBE dedi: Aman, ya RAB, ben ne dün ne evelki gün, ne de kuluna söylediğin vakitten beri, söz adamı değilim; çünkü ben ağzı ağır, ve dili ağır adamım. Ve şimdi git, ve ben senin ağzınla beraber olacağım, ve söyliye-ceğin şeyi sana öğreteceğim” (Çıkış 4:10-12).

[13]          Büyük bir ihtimalle bu ifade, her şeyden önce, Yahudi ve Hıristiyan cemaatlerinin zenginliğine ve bu cemaatlerin bu zenginliği kötüye kullanmalarına işaret etmektedir. Yine de bazı müfessirler, buradaki imanın, Müslümanlar da dahil, doğru/maruf amaçlar için hiçbir harcamada bulunmaksızın servet toplayan ve ona sarılıp tutunan herkesi içine aldığı görüşündedirler.

[14]          Tevbe 34.

[15]          Kimi müfessirlere göre bu ifade “ahrette kendilerini manevi yıkıma sürükleyen yanılgıyı bütün açıklığıyla, bütün gerçeğiyle, ve pek tabii, bütün karşılığıyla anlayacaklardır” şeklinde tefsir edilir. Lakin bu yorum fazla zorlama görünmektedir ki bazı Kuran meallerinde bu ifadeden sonra parantez içinde (Cehennemdeki “Gayya” vadisini boylayacaklardır) denir.

[16]          Meryem 59.

[17]          Hadid 27.

[18]          Muhammed Esed’e göre bu pasaj, ilahi vahiy yoluyla insana lütfedilen kesintisiz hidayete atıfta bulunan Bakara suresinin bundan önceki pasajlarıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu noktada İsrailoğulları’na yapılan gönderme, Kuran’ın başka pek çok yerinde olduğu gibi, onların dini inançlarının tek Tanrıcılık kavramının daha önceki safhasını temsil ettiği gerçeğinden dolayıdır.

[19]          Bakara 40.

[20]          Bakara 47.

[21]          El-esbat, tekili sibt. Bu terim Kuran’da öncelikle İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un yakın soylarını ve dolayısıyla bu atalardan yayılan oniki kabileyi tanımlamak için kullanılır.

[22]          Yani, “onların tümünü Allah’ın gerçek peygamberleri olarak görürürüz.”

[23]          Bakara 136.

[24]          Taberi’ye göre “kelime”, “Allah’ın meleklere Meryem’e iletmelerini emrettiği duyuru” (risalet) ve “Allah’ın ona müjdesi” (Al-i İmran 45’e bir atıf) idi ki ‘kelimetubu’nun “O’nun vaadi(nin tahakkuku)” olarak çevrilmesini haklı gösteren bir yorumdur (Bkz ayrıca Muhammed Esed, Kuran Mesajı, Al-i İmran suresi, Not 28). “O’ndan bir can” yahut “O’nun tarafından yaratılan bir can” ifadesi konusunda kayda değer olan husus, ruh kelimesinin Kuran’da taşıdığı çeşitli anlamlardan (mesela Bakara 87 ve 253’teki “ilham” gibi) başka, aynı zamanda, öncelikli olarak “hayat soluğu”, “ruh” yahut “can” anlamlarında da kullanılmış olduğudur: mesela, insan embriyosunun sürekli söz edilen Secde 9’daki gibi: Allah, “sonra ona (yaratılış) amacına uygun bir şekil verip kendi ruhundan üfler” -yani, Allah’ın insana yüce armağanını temsil eden ve bu nedenle “O’nun ruhundan bir nefes” olarak tanımlanan bilinçli bir can ile onu donatır. İsa’nın saf insan tabiatını vurgulayan ve onun uluhiyetini reddeden bu ayette ise Kuran, İsa’nın, diğer bütün insanlar gibi “O’nun tarafından yaratılan bir can” olduğuna işaret eder.

[25]          Nisa 171,172.

[26]          Klasik müfessirlerin çoğu (ve Muhammed Esed’in iddiasına göre Kuran’ın bütün ilk mütercimleri) burada bihi kelimesindeki zamirini burada Elmalılı Hamdi Yazır gibi “Allah kendine bir oğul edindi” iddiasına izafe etmişler ve dolayısıyla cümleyi “bunun hakkında onların herhangi bir bilgileri yok”; yani “ellerinde, böyle bir olaya ya da olguya delalet edebilecek hiçbir delil yok”ifadesiyle aktarmışlardır. Mamafih Esed’e göre bu yorum zayıftır, çünkü bilginin bulunmayışı, ilgili gerçek hakkında objektif bir değillemeyi zorunlu kılmaz. Bunun için ona göre ‘bihi’ kelimesinin ‘onun’ anlamına gelemeyeceği: “O’nun” anlamına geleceği ve Allah’a raci olacağı açıktır. Dolayısyla Esed’in bu görüşüne göre -onlar böyle gayr-i tabii ve aykırı bir iddiada bulunanlar, Yüce Varlık’a sadece mükemmel olmayan varlıklar olan yaratılmış varlıklara yüklenebilecek nitelikler yükledikleri için, O’nun hakkında gerçek bir bilgiye sahip değildirler anlamına gelecek şekilde- çevrilmesi gerekir. Bu yorum Taberi tarafından açıkça, Beydavi tarafından da alternatif yorum olarak benimsenmiştir.

[27]          Kehf 4,5.

[28]          Maide 17.

[29]          Maide 73.

[30]          Tevbe 30.

[31]          Esed gibi bazı müfessirlere göre bu ayetin başında bulunan ‘Ve’ bağlacı bu pasajın surenin 81. ayetiyle bağlantısını sağlamaktadır ki İsa’nın “Allah’ın oğlu olduğu” yolundaki Hıristiyan inancına -ve, genel olarak, Allah’ın yaratıkların bedeninde tecessüm ettiği fikrine indirgenebilecek her türlü inanca- ilişkin bu atıf 81. ayette ortaya konan temayla, yani, Allah’dan başka güçlerin ya da varlıkların, onlara teveccüh edenler için “güç ve statü (kaynağı) oldukları inancıyla” tanrılaştırılmaları olgusuyla bağlantılıdır. Fakat 81. ayet özellikle, maddi varlık ve iktidar olgusuna yarı-tanrısal bir nitelik yakıştıran ve kendilerini bütünüyle dünyevi başarı tutkusuna kaptıran tanrı-tanımaz insanlara işaret ederken bu pasaj, Allah’ın varlığına inanmakla birlikte, kendileriyle Allah arasında “aracılık” rolü oynayabilirler ümidiyle, peygamberleri ve aziz ya da veli olarak bilinen kimseleri de tanrılaştıran kimseleri işaret etmektedir. İslama göre bu tanrılaştırma, Allah’ın müte’al birliği, eşsiz ve ortaksız olduğu ilkesiyle bağdaşmayacağı içindir ki, insanın “Allah’la olan bağının / bağlantısının” koparılması anlamına gelmektedir; ve eğer bu yolda inat ve ısrar gösterilirse, affedilmez bir günah halini almaktadır (karş. Nisa 48,116).

[32]          Meryem 88,89.

[33]          Enbiya 26.

[34]          Zuhruf 81.

[35]          Karş. Al-i İmran 64.

[36]          Tevbe 31.

[37]          Kuran, böylece, Hıristiyanların İsa’nın gerçek izleyicileri olduğu şeklindeki iddialarını reddetmektedir: Çünkü İsa’yı haksız şekilde uluhiyet makamına yükselterek getirdiği mesajın özünü reddetmiş olmuşlardır.

[38]          Yani, onların İsa’nın gerçek öğretisinden -ve böylece Allah inancından- uzaklaşmaları, Hıristiyan kavimleri sık sık birbirine düşüren ve sonu gelmez savaşlara ve karşılıklı öldürmelere yol açan düşmanlığın ve nefretin asıl sebebidir.

[39]          Maide 14.

[40]          A’raf 160.

[41] A’raf167

[42]          Yani, dünyevi kazançlar peşinden giderken Allah’ın buyruklarını ihlal etmeleriyle ilgili olarak sonunda affedileceklerini kurmuşlardır. Buradaki ifade, onların “Allah’ın seçilmiş kavmi” oldukları ve ne yaparlarsa yapsınlar, İbrahim’in soyundan gelmiş olmaları sayesinde Allah’ın af ve merhametinin kendileri için muhakkak olduğu yolundaki sabit fikirlerine işaret etmektedir.

[43]          İslam yorumcularına göre bu da nedamet ve tevbe olmaksızın da Allah’ın affının elde edilebileceği yolundaki çarpık kanaatleriyle ilgili bir atıftır.

[44]          A’raf 169.

[45]          Karş. Mezmurlar 28:21-22, 31-33 ve diğerleri; ayrıca Matta 12:34, 23:33-35.

[46]          Maide 78.

[47]          Muhammed Esed bu ifadeyi şu şekilde tefsir etmektedir: “Yani, onlar Yahudilerin yaptığı gibi o vahyin İsrailoğulları’na özgü bir lütuf olduğuna inanmazlar: ve onların ‘papazları ve keşişleri’, tevazuun bütün gerçek itikatların özü olduğunu onlara öğretirler –Burada kayda değer husus şudur: Kuran, bu bağlamda, Hıristiyanları ‘Allah’ın yanı sıra başka herhangi bir kimseye veya şeye ilahlık yakıştırmaya şartlanmış olanlar’ (ellezine eşrakü –geçmiş zaman kipinin kullanımında ifadesini bulan kasıt unsuru burada da vardır tıpkı ‘ellezune keferu’ ve ‘ellezine zalemu’da olduğu gibi) arasında saymamıştır: çünkü Hıristiyanlar Hz İsa’yı ilahlaştırarak şirk günahı (‘Allah’ın yanı sıra başka bir kimseye veya şeye ilahlık yakıştırmak’) işledikleri halde birden fazla ilaha bilinçli olarak tapmazlardı, çünkü onların akidesi teorik olarak, kendisini, bir görüntüler veya ‘kişiler’ üçlüsünde –ki Hz İsa’nın da bu üçlüden birisi olduğu kabul edilir- tezahür ettirdiği düşünülen Tek Allah inancını varsayar. Bu doktrin Kuran’ın öğretilerin ene kadar ters düşse de onların ‘şirk’i bilinçli bir niyete dayanmaz; tersine, onların Hz İsa’yı kutsamaları da ‘hakkın sınırlarını ihlal etme’lerinden kaynaklanır (bkz 4:71, 5:77). Karş bu bağlamda 6:23 ile ilgili not 16’da zikredilen Razi’nin mülahazaları” (Muhammed Esed, Kuran Mesajı, s. 209). Lakin Esed bu yorumları yaparken yukarıda alıntılamış olduğum Hıristiyanların üçlübirlik ve İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu doktrinleri yüzünden kafir ilan edildiği ayetleri görmezden geliyor gibidir. Dolayısıyla bu ayette Yahudilere evla görülen Hıristiyanlığın tamamından ziyade Ariusçuluğa yakın belli mezhepleri olsa gerektir.

[48]          Maide 82.

[49]          Hac 17.

[50]          Bu ayet bazı topluluklarla kendi inançları ya da İslami bakımdan inançsızlıkları dolayısıyla savaşılmasını emretmek suretiyle Bakara 190-194’teki savaşın ancak savunma amacıyla caiz olduğu ilkesiyle tutarsızlık içermekte ve böylece Kuran’ın iç tutarsızlıklarından birine örnek teşkil etmektedir. Kuran’ın fetihçi karakterini daha da gözler önüne seren bir ayet de Ahzab 27 ‘dir ki orada şöyle denmektedir: “(Allah) onların arazilerini, yurtlarını ve mallarını size miras kıldı. Bir de henüz ayak basmadığınız bir yeri (size miras kıldı). Allah, her şeye kâdirdir.”

[51]          Zımnen “İslami cemaatin ya da devletin hüküm ve yönetimi altına alınıp…”. karşılığı “bağışıklık vergisi” olan ‘cizye’ terimi Kuran’da yalnız bir kere geçmektedir ama terimin anlamı ve onunla ifade edilen uygulamanın amacı pek çok sahih hadisle yeteri kadar açıklanmış bulunmaktadır. Söz konusu terim bir ideolojik organizasyon olarak İslami cemaat ya da devlet kavramıyla son derece yakından bağlantılıdır: ve bu nokta, bu verginin gerçek amacı doğru olarak anlaşılmak isteniyorsa, her zaman akılda tutulması gereken bir husustur. İslami cemaat ya da devlet organizasyonu içindeki her Müslüman zorunlu askerlik hizmetiyle yükümlüdür. Dolayısıyla bu Müslümanlara ait bir zorunluluk olduğundan burada fethedilen yerlerdeki Müslüman inanca sahip olmayan halktan askeri hizmet yapmamalarına karşılık cizye adında bir vergi alınması durumu ifade edilmiştir.

[52]          Günahkâr.

[53]          Tevbe 84.

[54]          Encyclopedia of Islam and Muslim World (2003), p. 482.

[55]          Said Nursi, Mektubat, s. 180.

[56]          Gariptir ki buradaki anlam akışına tezat bir biçimde Kuran’da söz konusu devenin mucizevi bir mahiyet taşıdığına dair herhangi bir işaret yoktur.

[57]          İsra 59.

[58]          Buhârî, Fadlü’s-Salât, 20/1, Hadis no: 1190.

[59]          İbn-i Sâd Tabakat c. 1 s. 20, Müslim Sahih c. 7 s. 58.

[60]          Prof. Dr. Mehmet Soysaldı, Peygamber Efendimizin Evliliklerinin Sebep ve Hikmetleri.

[61]          İbn-i Sâd Tabakat, c. 2, s. 254.

[62]          Sahih, Buhari (1960), İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ,. c. 3, Beyrut. s. s. 91.

[63]          Öksüz, Hüseyin, “Hilye Levhaları” (Türkçe). tefekkurdergisi.com. Erişim tarihi: 9 Ağustos 2011.

[64]          S. Ateş, Kuran’a göre Hz.Muhammed’in hayatı, s. 565.

[65]          Dante Alighieri, İlahi Komedya Cehennem, Çev. Feridun Timur, Meb Yay., İstanbul, 1993, s. 292-294.

[66]          İlhan Arsel, İslama Göre Diğer Dinler, Kaynak Yay, İstanbul, 1999

[67]          Arif tekin, Sümerlerden İslam’a Kutsal Kitaplar ve Dinler, Berfin Yay, İstanbul, 2005

[68]          ‘Ecr’ terimi, bu bağlamda, spesifik olarak ‘mehir’ (mehr) anlamına gelen ‘farida’ ile eşanlamlıdır: Bkz. Muhammed Esed’in Kuran Mesajı kitabındaki Bakara suresine dair 224.notu.

[69]          Muhammed Esed’e göre Kuran’ın değişik yerlerinde (bkz. Nisa 25 ve Esed’de bu ayetle ilgili 32.not) işaret edildiği gibi İslam, cariyeliğin hiçbir şekline rıza göstermez ve meşru bir nikâha dayanmadıkça bir erkek ile bir kadın arasındaki her tür cinsel ilişkiyi kesinlikle yasaklamaktadır. Esed’in ifade ettiğine göre bu konuda ‘özgür’ bir kadın ile köle arasındaki tek fark, birincisinin kocasından mehir talep edebilmesine karşılık, meşru yollarla sahip olduğu kölesi (lafzen, “sağ elinin sahip oldukları”) ile, yani inancın ve özgürlüğün (!) savunulması için yürütülen “Kutsal Savaş”ta (cihad) esir alınan bir kadın (Muhammed Esed Bakara 190, not 167 ve Enfal 67, not 72) ile evlenen kişinin böyle bir mükellefiyetinin olmamasıdır; çünkü bu durumda köle kadının evlenme yoluyla özgürlüğünü elde etmesi, mehire denk bir bedel olarak görülmektedir. Lakin Esed’in burada bahsi geçen köleliği ve bu durumun köle kadınların evlenmek için kullanılmasını aklamaya çalışan açıklamaları bana pek de yeterli görünmemektedir. Bir kere evrensel ve zamanlar ötesi bir din olarak öne sürülen İslam açıktır ki köleliğin orta yerde kalmasında hiçbir beis görmemiş, zamanın Arap geleneği olan mehiri de gayet doğal karşılayarak zamanın Arap geleneklerine bir noktada daha dayanmıştır. Bu, İslam’ın Arap gelenekleriyle sıkı sıkıya bağlılığının bir başka örneği de Bakara 194’te görülür: “Hürmetli ay hürmetli aya ve bütün hürmetler birbirine karşılıktır. O halde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyle saldırın da ileri gitmeye Allah’dan korkun ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.” Bütün müfessirlere göre bu “hürmetli aylar” eski Arap geleneğine göre her türlü savaşın haksız sayıldığı birinci, yedinci, on birinci ve on ikinci kameri takvim aylarıdır. Bu kısa açıklamadan sonra kaldığımız yerden devam edersek savaştan mesul olmayan ve savaşta yer almayan kadınların cariye yani köle olarak alıkonmasını meşru görmek benim aklıma hiç yatmamaktadır. Bütün bunların yanı sıra köle bir kadına özgürlüğü karşılığında evlilik önermek ya da direkt bu karşılıkla köle kadınla önermeden evlenmek köle kadının düşmüş olduğu zor durumundan faydalanmaktan başka bir şey değilmiş gibi geliyor bana.

[70]          Muhammed Esed’e göre bu, Muhammed’in evliliği konusunda -eşlerinden hiçbirini boşayamamasına ilaveten (bkz. Azhab 52)- getirlmiş yeni bir kısıtlamadır: Bütün öteki Müslümanlar amca veya dayı çocukları ile evlenmekte serbest oldukları halde Muhammed, bunlar arasından ancak kendisiyle birlikte Mekke’den Medine’ye göç etmek (hicret) suretiyle İslam’a bağlılıklarını güçlü bir şekilde ve erkenden ispatlamış olanlarıyla evlenebilir: Beğavi’ye göre, “amcalarının ve halalarının kızları” terimi, eski Arapçadaki kullanımından gelen bir içerikle yalnız gerçek amca ve hala çocuklarını değil, genelde Muhammed’in babasının mensup olduğu Kureyş kabilesinin bütün kadınlarını kapsar. Beğavi’ye göre aynı şekilde “dayılarının ve teyzelerinin kızları” da, annesinin kabilesi olan Beni Zühre’nin bütün kadınlarını gösterir. Sonuç olarak bana kalırsa burada Muhammed’e bir kısıtlamadan ziyade epeyce bir geniş alan sunulması hatta neredeyse bir harem kurma yetkisi verilmesi söz konusudur. Sadece hicret eden Kureyş ve Beni Zühre kabilesinden evlenebilmesini bir kısıtlama olarak görmek için bu kabilelerinin hicret etmemiş ve geride kalmış olanların Mekke’de -yani halihazırda savaşılan tarafta, yani evlenilemeyecek pozisyonda olduklarını unutmak gerekir. Ayrıca surenin devamından anlaşılacağı üzere Muhammed’in karılarını boşayamamasının altında da bir kısıtlamadan ziyade kendisinin epey kıskanç bir yapıda olması aranmalıdır.

[71]          Bu yan cümlecik, lafzen, “kim Peygamber’e kendini bir armağan olarak sunarsa (in nehebet nefseha)” şeklindedir. Klasik müfessirlerin büyük kısmı, bunun, “bir mehir beklemeden veya istemeden” anlamına geldiğini, çünkü mehrin normal/sade Müslümanlar için evlilik akdinin temel bir unsuru olduğunu söylerler (karş. Nisa 4,24 ve Muhammed Esed, Kuran Mesajı’ndaki ayetle ilgili notlar; ayrıca Bakara ve aynı eserdeki bu sureyle ilgili 2.not).

[72]          Yukarıdaki ara cümle, evlilik konusunda daha önce Kuran’da geçen genel kurallara (bkz. Bakara 221, Nisa 3,4 ve 19-25 ve Muhammed Esed, Kuran Mesajı’ndaki ilgili notlar) ve özellikle mehir sorunuyla ilgili olanlara işaret etmektedir.

[73]          İslam yorumcularına göre Muhammed’e doğuştan adalet duygusuna sahip olmasına ve her zaman eşlerine mutlak bir eşitlik duygusuyla yaklaştığını hissettirecek şekilde davranmasına rağmen, onlara karşı kocalık mükellefiyetlerinde katı bir “dönüşüm” (rotation) kuralına uymak zorunda olmadığı söylenmektedir. Lakin objektif bir biçimde bakılınca hissedilen Kuran’ın her nedense Muhammed’i cinsel hayatı konusunda fazla kayırdığıdır.

[74]          Yani bazı müfessirlere göre burada Muhammed onlardan birine ne zaman yaklaşsa, bunu kocalık “sorumluluğu”nun bir gereği olarak değil de, içten gelen bir şefkat ve sevgi ile yaptığına kesinlikle emin olduklarından.

[75]          İbni Hanbel’in Müsned’inde Ayşe’den rivayet edilen bir Hadis’e göre, “Hz. Peygamber, sevgisini eşleri arasında eşit bir şekilde paylaştırır ve şöyle dua ederdi: Ey Allah’ım, ben elimden geleni yapıyorum, öyleyse benim elimde olmayıp (yalnızca) Senin kudretinde bulunan bir şey(i yapamadığım)dan dolayı beni sorumlu tutma!” –bu şekilde kalbinin içindekine, yani (eşlerinden) bir kısmını ötekilerden daha fazla sevmesine işaret etmek istiyordu.

[76]          Bazı müfessirler (mesela Beğavi ve Zemahşeri) bu yasaklamanın Muhammed’in halen evli bulunduğu kadınlara ilaveten başka herhangi bir kadınla evlenmesini kapsadığını ileri sürerler; oysa bu kısıtlamanın yukarıda 50. ayette sayılan dört kadın kategorisiyle bağlantılı olduğu daha doğru görünmektedir (Taberi).

[77]          Yani, yerine başka bir eş almak için mevcut eşlerinden birini boşamana (burada vurgu, eşlerinden birini “değiştirme”nin –yani, boşamanın- yasaklanmasına yapılmıştır).

[78]          Muhammed Esed’e bu pasajı Kuran Mesajı’nda şu şekilde tefsir etmiştir: “(bu pasaj) 45-48. ayetlerde Hz. Peygamber’in tebligatına yapılan atıfla bağlantılı olarak O’nun çağdaşları arasındaki eşsiz konumunu vurgulamaktadır; fakat Kuran’ın tarihi olaylara ve durumlara yaptığı atıflardaki genel üslubuna uygun olarak, burada öngörülen ahlaki prensip de, belli bir zaman ve çevre ile sınırlı değildir. Kuran, Hz. Peygamber’in Ashab’ını O’nun kişiliğine saygı göstermeleri için uyarmak suretiyle bütün müminlere O’nun her zamanki yüce konumunu hatırlatmaktadır (karş. :104, not 85); bunun da ötesinde, toplumsal hayat ile ilgili belli davranış kurallarını onlara öğretmektedir: bu kurallar ilk bakışta ne kadar önemsiz görünseler de, gerçek bir kardeşlik duygusu, karşılıklı anlayış ve başkalarının kişiliğine ve mahremiyetine saygı temeline oturması gereken bir toplumda psikolojik bir değer/anlam taşırlar.” Fakat bana öyle geliyor ki Esed’in bu zorlama tefsiri Muhammed’in evinde pek de fazla misafir sevmemesinin asıl sebebini gölgelemeye çalışmakta gibidir. Surenin ilerideki ayetlerinden de anlaşılacağı üzere Muhammed’in evine gelenleri Allah’ın ağzından uyarmasının asıl sebebi insana ait çok daha evrensel bir duygudan, karılarını aşırı kıskanmasından kaynaklanmaktadır.

[79]          Hicab terimi, iki şey arasına giren veya birini diğerinden ayıran, koruyan veya gizleyen nesneyi ifade eder; kullanıldığı yere göre, hem somut hem de soyut anlamlarıyla “bariyer”, “engel”, “duvar”, “cam”, “perde”, “örtü” vb. kelimelerle karşılanabilir. Yani yukarıdaki dipnottaki peygamberin karılarını aşırı kıskandığı iddiamızı destekleyecek biçimde Allah muminleri Muhammed’in eşlerine ancak belli bir mesafeye kadar yaklaşmaları konusunda uyarmaktadır.

[80]          Ya da, “ondan sonra eşleriyle evlenmek”. Böylece Muhammed bu ayetle öldükten sonra bile eşleriyle başka kimsenin beraber olamamasını garantiye almıştır. 55. ayette de Muhammed’in eşlerinin yakın akrabaları dışındakilere görünmeleri yasaklanacaktır.

[81]          Ahzab 50-53

[82]          Le-in edatının yukarıdaki şekilde çevrilmesi konusunda bkz. Rum 30, Muhammed Esed, Kuran Mesajı ayetle ilgili not 45. Bu pasaj ile 1. ayette değinilen ve 9-27. ayetlerde daha ayrıntılı olarak üzerinde durulan konuya yeniden dönülmektedir. Muhammed’in ve Azhabı’nın Yesrib’in (ki o zaman medinetu’nı Nebi, “Peygamber Kenti” olarak anılmaya başlanmıştı) ilk yıllarında karşılaştıkları muhalefet.

[83]          Bkz. Muhammed Esed, Kuran Mesajı, ayetle ilgili 16. not.

[84]          Zemahşeri, ‘murcifun’ terimini yukarıdaki şekilde açıklamaktadır.

[85]          Yani, “seninle onlar arasında açık bir mücadele başlayacaktır” ve bu mücadele onların Medine’den kovulmalarıyla sonuçlanacaktır.

[86]          Ya da “(büyük) bir ölümle öldürüleceklerdir”.

[87]          Karş. Fatır 42-44 ve özellikle 43. aytin son paragrafı.

[88]          Ahzab 60-62.

[89]          Zımnen, “ve böylece, Allah’ın elçisinin eşleri ve müminlerin anneleri olarak sahip bulunduğunuz özel konumunuzun bilincinde olursanız”.

[90]          Azhab 32.

[91]          Muhammed’in peygamberliğe başlamasından yıllar önce eşi Hatice, Kuzey Arabistan kabilelerinden Beni Kelb soyundan gelen ve kabile savaşlarından birinde çocuk yaşta esir alınarak Mekke’de satılan genç bir köle olan Zeyd b. Harise’yi kendisine hediye etti. Muhammed çocuğu alır almaz serbest bıraktı ve bir süre sonra da evlatlığı yaptı. Zeyd de buna karşılık İslamı ilk kabul edenler arasında yer aldı. Yıllar sonra Muhammed, Zeyd’i kendi öz halasının kızı Zeyneb binti Cahş ile evlendirdi. Zeyd Zeyneb’i Hicretin 5. yılında boşadıktan kısa bir süre sonra Muhammed Zeyneb’le evlendi.

[92]          Yani Muhammed’in evlatlığının eski eşiyle evlendirilmesindeki (ayette “biz onu sana eş yaptık” ifadesiyle vurgulanmıştır) evlatlık ilişkisinin, biyolojik ebeveyn çocuk ilişkisinden kaynaklanan evlilik sınırlamalarından hiçbirine tabi olmadığını göstermektedir (karş. Azhab 4). Bu durumda Kuran evlatlığının eski eşiyle evlenmenin dışında bizzat evlatlığın kendisiyle evlenilmesinde de sakınca görmüyor demektir. Sonuç olarak çoğu yerde eski Arap geleneklerine sırtını dayayan Kuran, iş Muhammed’in özel hayatındaki çıkarlarına gelince bu örf ve geleneklerden ilahi kurallar adı altında anında vazgeçebilmektedir.

[93]          Burada asılsız zina/iffetsizlik suçlaması.

[94]          ‘Usbeh’ belirli bir amaç için bir araya gelmiş sayıları belli olmayan bir grup insan demektir (Tacu’l Arus).

[95]          Bütün Müfessirlere göre, 11.-20. ayetleri içine alan bu pasaj, Muhammed’in Hicret’in 5. yılında Beni Mustalik kabilesine karşı giriştiği seferden dönerken cereyan eden bir olayla ilgilidir. Bu sefer sırasında Muhammed’in yanında bulunan zevcesi Ayşe, bir gün şafak vaktinden önce Müslümanlar bulundukları konak yerinden ayrıldıklarında elde olmayan sebeplerle ya da dalgınlık yüzünden arkada bırakılmıştı. Ayşe, böylece saatlerce yalnız kaldıktan sonra, Sahabilerden biri tarafından bulunur ve bir sonraki konak yerine getirilir. Bu olay Ayşe hakkında kötü zanlara, kötü niyetli söylentilere yol açmıştır.

[96]          Nur 11.

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.