“(…) Venter, bir Blade Runner* toplumunun ortaya çıkabilecegi yollu endişeleri yatıştırmak için bir yerde şöyle konuşuyor: “Filmin, insanların bir köle sınıfı istedigi yollu temel bir varsayımı var ki ben kendimi bu varsayıma uzak hissediyorum. İnsan genomu üstünde mühendislik yapmak denilince, bugünkünün on katı büyüklüğünde bir bilişsel kapasitemiz olsa ne güzel olurdu, diye düşünüyorum. Ama millet bana, aptal birini uşak olarak çalışsın diye şekillendirip şekillendiremeyecegimi soruyor. Mahpustaki bir takım tiplerden, hücrelerinde tutabilecekleri kadınlar üretip üretemeyecegime dair sorular soran mektuplar alıyorum. Ben, bir toplum olarak, böyle şeyler yapacağımızı tahayyül edemiyorum.”2. Belki Venter farkında degil ama ona yoneltilen ricalar bombardımanı, şüpheye yer bırakmayacak şekilde toplumda hizmetkar bir alt,sınıfa yönelik talebin varlığını kanıtlıyor. Ray Kurzweil, bu korkuları çürütmek için bir başka yaklaşım öneriyor: ‘İnsanlar siborgları avlayacak yollu senaryolar tutmayacaktır; çünkü bu iki varlık türü birbirinden ayrılamayacaktır. Bugün Parkinson hastalığını beyne yerleştirdiğimiz bezelye büyüklüğünde bir implantla tedavi ediyoruz. 25 yıl içinde neler yapılabilecegi hakkında bir fikir sahibi olmak istiyorsanız, bu cihazın kapasitesini bir milyarla çarpın, boyunu da bugünkünün yüzbinde birine düşürün. Bu durumda, ‘OK, siborglar sola dizilsin, insanlar da sağa.” denemeyecegi ortadadır. Zira iki tür tamamen birbirine karışmış olacaktır.’3 (…)
Paradoks şurada ki, yapay yaşam, modernitenin (bir kolunun) bir başarısı olmakla birlikte,
modernite projesinin tamamlanmasından imtina eden, yani potansiyellerinin serimlenmesine birsınır koyarak modernitenin “tamamlanmamış bir proje” olarak kalmasını tercih eden de bizzat Habermas’tır. (…)
(…) Biz Batı’da biyogenetik deney ve prosedürlerin etik ve hukuki sınırları hakkında sonsuz tartışmalara batmışken (kök hücrelre evet mi hayır mı; genoma müdahalenin ne kadarına izin vermeliyiz – sadece hastalıkları önlemeye yetecek kadar mı, yoksa, arzularımıza uygun bir bebek yaratmak üzere tercih edilen fiziki ve hatta psişik özellikleri geliştirecek kadar mı) Çinliler yapacaklarını her türlü kısıtlamadan azade ve devlet kurumları (ömeğin Bilimler Akademisi) ile özel sermayenin pürüzsüz işbirliğinin mükemmel bir örneği çerçevesinde yapaduruyorlar. Kant’ın aklının “özel” kullanımı dediği şeyin her iki kanadı da (devlet ve sermaye), gaip “kamu” aklının ( olup biten hakkında bağımsız sivil toplumda yürütülen serbest bir entelektüel münazara: Olası politik kötüye kullanımlara dair sorular bir yana, bütün bunlar etik açıdan otonom bir özne olarak bireyin statüsüne nasıl tecavüz ediyor sorusu) aleyhine elbirligi etmiş bulunuyor. İşler her iki cephede de gayer hızlı ilerliyor, sadece devletin vatandaşlarının biyogenetik kütlesini kontrol edip yönlendirdiği bir disropyanın realizasyonu cephesinde degil, aym zamanda yağlı karlar cephesinde de: Laboratuvarlara ve, yasal kısıtlar nedeniyle bu türden bir tedaviye kendi ülkelerinde para bastırıp ulaşamayan zengin Batılılara yönelik (en büyüğü Şanghay’da bulunan) ticari kliniklere milyarlarca US dolar yatırım yapılıyor. Tabii, bu da mevcut global şartlar altında, yasal kısıtların anlamsızlaşması problemini doğuruyor: Söz konusu kısıtlamaların temel etkisi, Çin’deki tesislere ticari ve bilimsel avantaj kazandırmaktan başka bir şey olmuyor – bir klişeyi tekrar pahasına söyleyelim, Şangay’ın Blade Runner’daki anonim şehir (LA?) gibi distopik bir megapol haline gelmek için sonsuz şansı var.
* Ridley Scott’un Türkiye’de Bıçak Sırtı olarak gösterilen 1989 yapımı filmi. ç.n.
2 Sample’dan alıntı, bkz. yukarıdaki kaynak (Ian Sample, “Frankenstein’ın mycoplasma’sı”, The Guardian, 8 Haziran 2007., blog.)
3 Sample’dan alıntı, bkz. yukarıdaki kaynak.”
Kıyametin Versiyonları, Slavoj Zizek, Çev: Mehmet Budak, Encore Yay., İstanbul, 2012, s. 23-25
“(…) Peki, bu etkileşim, kendi gündemini dayatan bir kendi-kendini örgütleme ortaya çıkarırsa ve hesapta insan kullanıcılar dijital ağı kontrol edecek ve ona egemen olacakken bizzat kendileri bu ağ tarafından kullanılmaya başlarsa ne olacak? Büyük bütçeli bir tekno-macera olan Eagle Eye (2008, D. J. Caruso) tüm muğlaklığıyla bu ihtimali ele alıyor – enteresan bir kısım ideolojik nedenden ötürü filmin gişede başarısız olduğuna şaşmamalı. (…)
(…)
(…) Soranm size, gerçekten rasyonel davranan, gerçekten Amerika Birleşik Devletleri halkının çıkarları için çaba gösteren Ariia degil midir? Planları tutsa ABD için en iyisi olmaz mıydı? Tamam, Ariia Capitol’deki düzinelerce masum izleyiciyi öldürmeye razıydı, ama Başkan da düzinelerce sivil Arap’ın öldürülmesine onay vermedi mi? Filmin muglaklığı derken, bu ironinin bilinçli olup olmadığının anlaşılmadığını kastetmiştim. 4
(…) Bizi bekleyen geleceğin bir ön izlemesi için MIT Media Lab’deki Fluid Interfaces Group üyesi Pranav Mystry tarafından geliştirilmiş, giyilebilir bir ”jestuel arayiüz” olan SixthSense’e bakalım.5 Donanım (tamamı kablosuz bir şekilde cebinizdeki bir smartphone’a bağlı olmak üzere, boynunuzdan sallanan bir webcam, bir cep projektörü ve bir de ayna) taşınabilir-giyilebilir bir araç oluşturuyor. Kullanıcı, nesneleri tutarak ve elleriyle çeşitli jestler yaparak etkileşimi başlatıyor; kamera nesneleri algılıyor ve kullanıcının jestlerini olsun ve fiziksel nesneleri olsun bilgisayar-vizyonu bazlı tekniklerle takip ediyor. İçindeki
yazılım, video veri akışını komutlar halinde okuyarak işlemliyor ve uygun enformasyonu(metinler, imajlar, vb.) intemetten bulup indiriyor; sonra alet, bu enformasyonu mevcut herhangi bir yüzeye yansıtıyor – duvarlar ya da aleti taşıyan kişinin etrafındaki fiziki nesneler gibi tüm yüzeyler arayüz olarak kullanılabiliyor. Nasıl çalıştığına ilişkin bir kaç ömek verelim: Bir kitapçıdasınız, raftan bir kitap alıp önünüze tutuyorsunuz; kitabın eleştirisi ve kitaba verilen puanlar derhal kapağa yansıtılıyor. Saati görmek istiyorsunuz, sol bileginize bir çembercik çiziyorsunuz; projektör sağ kolunuzda bir saat görüntülüyor. Parkmaklarınızı, bir kol mesafede kare oluşturacak şekilde birleştiriyorsunuz, sistem bu el hareketini bir sahneyi çerçevelemek diye algılıyor, bir fotograf çekiyor ve hafızaya atıyor. (Daha sonra bu fotografları yine bir duvara yansıtarak ve parmaklarımızla -imgeleri parmak uçlarıyla
sürüklemek suretiyle, vb.- komutlar vererek işlemleyebilirsiniz, dizebilirsiniz, boyutlarını degiştirebilirsiniz, vb.) Havaalanına giderken, boarding pass’ınızı gösteriyorsunuz ve uçuş 40 dakika rötarlı sözcükleri üzerine yansıtılıyor. Gazete okurken bir resme işaret ediyorsunuz ve gazetenin üstüe yeni bilgiler taşıyan başka resim ve video clip’ler yansıtılıyor. El hareketlerinden yararlanarak çevredeki bir yüzeye yansıtılmış bir harita üzerinde dolaşabiliyorsunuz, yine sezgisel el harekederiyle zoom ve pan yapabiliyorsunuz. Parmaklarınızla bir @ sembolü yapıyorsunuz ve önünüzdeki herhangi bir yüzeyde bir PC ekranı açılıyor, karşınıza eposta siteniz çıkıveriyor; bundan sonra sanal bir klavyeyi kullanarak mesajlarınızı yazıyorsunuz. Tabii olay bundan ibaret değil- böyle bir aletin cinsel ilişkiyi nasıl transforme edecegini varın siz düşünün. Bu hattı takiben seksist bir erkek rüyasını hayal edelim – bir adam bir kadına bakar ve kadının cinsel karakteristiğinin bir tasviri (boşanmış, kolay baştan çıkar, caz ve Dostoyevski sever, fellatio’su iyidir, memeleri güzeldir … ) bizzat kadının üstünde beliriverir. İşin sürprizli yanı, aletin fiyatmda: şu anki proptotip cihaz 350 dolar civarında, yani yarı aletin ne kadar yaygın bir kullanımı olacağı açık.
(…)
Burada dikkat edilecek ilk nokta, Sixth, Sense’in basitçe gündelik deneyimlerimizden radikal bir kopuş olmadığıdır; o, sadece, her zaman olanı şimdi açıkça sergilemektedir. Bu şu demek oluyor ki, gündelik gerçekliğimizi yaşarken, “büyük Öteki” -bilginin, beklentilerin, önyargıların ve benzerlerinin oluşturduğu kesif simgesel doku- algımızın boşlıklarını mütemadiyen doldurmaktadır. Örneğin Batılı bir ırkçı sokakta zavallı bir Arap gördüğünde bir anlamda önce önyargılarını ona yansıtıp sonra da bütün bu önyargıları algılamıyor mu? İşte tam bu nedenle SixrhSense’in yaptığı, ideolojinin teknoloji alanındaki faaliyetlerini bir başka örnekle zenginleştirmekten ibarettir: SixthSense, gündelik algı ve etkileşimlerimizi üstbelirleyen ideolojik (yanlış)tanıma mekanizmasını taklit etmekte ve maddeleştirmektedir. Soru, bu mekanizmanın şimdi açıkça sahnelenmesinin mekanizmanın verimliligini ne ölçüde baltalayacağıdır.
(…)
(…) Artık, Steven Hawking’ in o ünlü küçük parmağı -aklıyla dış dünya arasındaki minimal bağ, Hawking’in felçli bedeninde hareket ettirebildigi yegane organ- bile gereksizleşmiş olacak; yani artık uzaktan kumanda aygıtının görevini bizzat beyin üstlenmiş olacak.
Yakın dönemde yapılan araştırmaların tümü tekinsiz bir ihtimale işaret ediyor: ABD gizli savunma servisleri, insan beynine hassas elektromanyetik dalgalar göndermek suretiyle duygu ve davranışları dışardan kontrol etmek amacıyla araçlar geliştiriyor ve bunun için geniş çaplı ve uzun dönemli bir proje başlatmış bulunuyor. (…)
(…)
1998’de Nick Bostrom ve David Pearce tarafından kurulan “Dünya Transhümanist Birliği”nin görev tanımı, bu problemlerle uğraşmak. Kurum kendini, “insanın kapasitelerini geliştirmek amacıyla teknolojinin etik kullanımını savunan üyelik esaslı bir organizasyon” diye tanımlıyor.7 Birliğin beliti, evrimsel kavramlarla düşünüldüğünde, insanın gelişiminin bir nihai sonuca ulaşmış bulunmaktan pek uzak olduğu: yeni teknolojilerin tüm türleri -nörolojik farmakoloji, yapay zeka ve sibernetik- insanın yeteneklerini ilerletme potansiyelini taşır, diyor. (…) Şimdi tartışma, evet, insan kapasitelerini degiştirmek, artan bir hızla mümkün olacaktır, noktasmdan hareket ediyor. Artık mesele, bunu yapıp yapmamamız gerektiği. Ve, eger yapacaksak, etik tahditler ne olmalı?” Nietzsche’nin “moral ve kültürel aşkınlık”ı amaçlayan “Über-mensch” mefhumunun (güçlü irade ve büyük bir incelmişlik ile donanmış az sayıda seçkin, geleneksel ahlakçılığın ve adetlerin kelepçelerini kıracak ve böylelikle insanlığın geri kalanının üstüne çıkacak) tersine transhümanisr “post-human” fikri ilerletici teknolojilere herkesin erişim imkanının bulundugu bir toplumu amaçlıyor: Transhümanistler, saglılklı yaşam süresini radikal biçimde uzatmak amacıyla yapılacak araştırmaların daha fazla fon ayrılmasını ve hafıza, konsanrrasyon ve diger insani kapasitelerin artırılmasını sağlamaya yönelik tıbbi ve teknolojik araçların geliştirilmesini savunurlar. Transhümanistler, bilişsel, duygusal ve fiziksel esenliklerinin çeşitli boyutlarını geliştirmek amacıyla herkesin bu türden araçları kullanma fırsatına sahip olmasını önerirler. Bu, sadece geleneksel tıp ve teknolojinin amaçlarının doğal bir uzantısı olmakla kalmıyor, aynı zamanda, insanlık durumunda sahici bir ilerleme saglamak için büyük bir hümaniteryen fırsat.”8 (…)
Yeni bir post-human aşamasının eşiğinde olduğumuza ilişkin tüm uyarılarına rağmen transhümanistler fazlasıyla hümanist kalıyorlar: Şöyle ki, biyogenetik altyapımıza müdahale ve ta derinlerdeki “tabiat’ımızı degiştirme imkanlarından söz ederken, bir şekilde, kendi eylemleri hakkında özgürce karar veren otonom öznenin hala orada durduğunu ve “tabiat”ını nasıl degiştireceğine ilişkin kararı da onun verdiğini varsayıyorlar. Böylelikle, “sözce öznesi” ile “sözceleme öznesi” ayrımını en aşırı haline zorluyorlar: Bir yandan, ben, müdahalelerimin bir nesnesi olarak, mental olanlara varıncaya dek özellikleri manipule edilebilen biyolojik bir mekanizmayım. Öte yandan, belli bir mesafeden dogru tercihleri yapabilen otonom birey olarak, ben, bir şekilde bu müdahalelerden muafım (muafmış gibi davranıyorum). Ama, ya bu devre kapandıysa ve bizzat otonom karar gücüm de biyogenetik manipülasyonla “kurcalanmış”sa? İşte bu nedenden ötürü, işbu transhümanist meditasyonlarda, sığ, dahası sıkıcı, bir yan var: Temel problemi yok sayıyorlar ve, tıpkı onları eleştirenler gibi, yegane konuları olan problemin merkezi sorusundan da kaçmış oluyorlar: Biyogenetik ve diger müdahaleler insanlığın temel tanımını nasıl etkileyecek? Bostrom, bu türden ilerletici opsiyonlardan faydalanıp faydalanmamak konusunda·seçimin bireyin kendisine bırakılması gereğini vurguluyor – ama acaba söz konusu birey mevcudiyetini sürdürüyor olacak mı? (…)
(…) Kayıp Sembol’ün aleyhine öncelikle şu söylenebilir ki, (biz insanların içine doğup büyüdüğü simgesel düzendeki) böylesi bir sembol, bir kaybın sembolüdür – diger bir deyişle, romanm bir kayıp olarak sundugu şey (düşünmeyle gerçeklik arasındaki mesafe) düşünce özgürlüğümüzü sağlayan şeyin ta kendisidir. Asıl mucize, gerçekliğe dolaysızca karışmamızı engelleyen, böylelikle düşüncemize gerçeklikle arasına mesafe koyma şansı veren, o uçurumdur – kısacası, düşünmenin gerçek mucizesi, Kayıp Sembol’de bir engel olarak algılanan o uçurumun ta kendisidir.
New Age usulü ruhiyatçılığın seferberliğine kattığı çift-yüzlü mefhumlardan sıkça tercih edilen biri de kuantum fiziginin eşzamanlılık kavramıdır (iki olay ya da eleman arasındaki baglantının anındalığı, yani ışığın bu ikisi arasında zamandan daha hızlı seyahati). Kuantum fiziğinin hassas tanımlı eşzamanlılık kavramı ise ( iki ırak parçacık, ikisinden birinin spininin ikincinin spinini, aralarındaki bir ışık iletişiminden daha hızlı etkilemesi anlamında birbirine bağlıdır), olayları maddi nedenselliğin oluşturduğu ağın ötesinde bağlarla birbirine bağlayan “ruhi” bir boyutun materyal tezahürü/kaydı olarak okunmaktadır: “Eşzamanlılıklar, tabiatın destesindeki jokerlerdir; çünkü bunlar, kurallara uygun oynamayı reddetmekte ve evren hakkında kesinlikli bilgi edinmek için girdiğimiz arayışta hayati bir kısım ipuçlarını görmezden gelmiş olabileceğimizi ima etmektedir.”9
(…)
4 Kişi, düşünmeden, Jerry’le Rachel’in FBI’dan tekrar tekrar kaçmayı başardığı o sahnelerdeki peri masalı mantığına kapılıveriyor. Bu ikisi, büyülü bir evrende hareket ediyorlar; sanki düşmanları ile tarafsız bir arka planın önünde karşılaşmıyorlar da, sihirli bir el geçekligin dokusunu onlara faydalı olmak üzere şekillendiriyor: İkiliyi takip eden arabalar onlara fazla yaklaştığında vinçler arabaların yolunu bloke ediyor; polisten kaçarken metroya girdiklerinde duyuru panosu onlara gidecekleri yönü söylüyor … Öyleyse, gerçekligin bizim mücadalelerimize kayıtsız, tarafsız, atıl bir maddeden yapılmadığı, tersine hayırhah bir zeka tarafından yönetildigi bu rüya, tüm paranoyak rüyaların zirvesi degil midir? Genellikle (daha zayıf versiyonları) kahramana kurgulanan mantık (Enemy of the State’i hatırlayın, bu filmde karmaşık uydu vb. istihbarat sistemleri kullanan düşman her an Will Smith’in nerede olduğunu tespit edebiliyordu) örneğimizde kahramanlar lehine çalışmaktadır bunun taşıdığı kaçınılmaz ima ise, kontrol merciinin tanımı iribarıyle kötü olduğudur. Kahramanlar, cebren, büyük ve kötü bir Öteki’nin bilinçsiz araçları haline gelmiş olmalıdırlar. Denilebilir ki, filmin en şiirsel sahnesi, kahramanlann Ariia’ya girdikleri an: Büyük yuvarlak bir kumbetin kıpraşan “nöron”larla dolu batnına, sanki onlarla konuşan kadın sesinin kafasına -ta beynine- girmişler gibi. Sahnenin büyüsü (ve, aynı zamanda, temel ideolojik manipülasyonu) ise, gayri şahsi – mekanik “beyin”i çalışma halinde gördüğümüz halde bilgisayarın bir özne olarak kalmasıdır; hayalsi kadın sesi insanlarla, diyalogtaki şahsi
bir muhatapmış gibi, konuşmaya devam etmektedir.
5 Bkz. medyada çıkan çok sayıdaa rapor ve http://en.wikipedia.or/wiki/SixrhSense_(device).
7 John Sutherland, “Fikir röportajları: Nick Bostrom”, The Guardian, 9 Mayts 2006 Salı.
8 Nick Bostrom, “Transhümanizm: Dünyanm en tehlikeli fikri mi?”, http://www.nickbostrom.com adresinden indirilebilir.
9 F. David Peat, Eşzamanlılık: Tabiat ve Akıl Arasındaki Köprü, New York, Bantam 1987, s. 3.”
agy s. 30-51
“(…) Fukusima nükleer santralinin civarında yaşayan Japonlar’ın yaşadığı çıkmazı tahayyül edelim – yıkım ve radyasyon, artık basit tabii felaketler olarak degil, Tabiatın sonu, tabii döngülerdeki derin bir bozukluk olarak yaşanılanmaktadır. Bu durumla kıyaslamak üzere, William James’in depreme verdiği tepkiyi nasıl anlattığına bakalım:
“Neşe ve hayranlıktan başka bir şey hissetmedim. Neşe, ‘deprem’ gibi soyut bir fikrin somutlanıp duyumsanır gerçekliğe tercüme edildigi zaman kazandığı canlılıktan ötürü / … / ve hayranlık hissi de böylesi bir sallantıya rağmen, şu çelimsiz küçük ahşap evin kendini birarada tutmasından, dağılmamasından ötürü. Yüreğimde bir dirhem olsun korku yoktu; deprem tam bir zevkti, hoş gelmiş sefalar getirmişti.”
(…)”
agy s. 60, 61
“(…)
Yirminci yüzyılda Sol, ne yapması gerektiğini (proletarya diktatörlüğünü kurmak, vb.) biliyordu, ancak bunun için bir fırsatın doğmasını sabırla beklemek zorundaydı. Bizim durumumuzsa, bu sevimsiz halin tam tersidir. Bugün biz, ne yapmamız gerektiğini bilmiyoruz buna mukabil hemen şimdi eyleme geçmek zorundayız; zira eylemsizliğin
sonuçları feci olabilir. Bugün biz, hepten uygunsuz koşullar altında, Yeni’nin gayyasına doğru adımlar atmak; sırf Eski’nin iyi yanlarını korumak için bile Yeni’nin özelliklerini yeniden icad etmek zorundayız. (…)
Bütün bunlardan çıkarılacak temel ders şu ki, insanlık daha “plastik” ve konar-göçer bir tarzda yaşamaya hazırlıklı olmak zorundadır: Çevredeki yerel ve global değişimler, benzeri görülmemiş geniş-çaplı toplumsal transformasyonları zorunlu kılabilir. (…)
(…) Yakınlarda Kishan Khoday adlı bir BM grup lideri bir yazısında şöyle diyor: “Yükseliş
halinde bir global çevresel yurttaşlık ruhu ve iklim değişikliğini tüm insanlığın ortak kaygısı
olarak görme arzusu var.” Burada “global yurttaşlık” ve “ortak kaygı” terimlerini olanca
ağırlığı ile anlamak gerek – global bir politik örgütlenmeye ve piyasa mekanizmalarını nötralize edip yönlendirecek bir katılıma duyulan ihtiyaç, sözün gerçek anlamıyla komünist bir perspektif anlamındadır. “Ortak mülkiyet”e yapılan işbu atıf Komünizm mefhumunu diriltmenin de bir haklı gerekçesi olarak görülmelidir: Bu atıf, ortak olanın durmadan “çevrilip kapatılması” sürecininin, bu meyanda mülklerinden mahrum bırakılanların da proleterleştirilmesi süreci olduğunu görmemizi saglar. Toplumlarımızdaki çeşitli proleterleşme sürelerinin bir kıyamet noktasına doğru ilerledigi de artık bir sır sayılmaz: Ekolojik çöküş, insanların biyogenetik tarafından manipüle edilebilir makinelere indirgenmesi, hayatlarımız üzerinde mutlak dijital kontrol… Günümüzün tarihi durumu, bizi proletarya mefhumunu terke falan zorlamıyor; tersine, tarihi durumumuz bizi bu mefhumu Marx’ın bile muhayyilesini zorlayacak bir varoluşsal seviyeye dek radikalize etmeye zorluyor.”
agy s. 72-76