Anasayfa > Books / Kargakara > Kurgu Sarmalı 17

Kurgu Sarmalı 17

XVII

Sabahın erken saatleriydi ve sahilde benden başka kimse yoktu.Deniz sahile vuran minik dalgalar dışında dümdüzdü.Bu görüntünün insana huzur vermesi gerekirdi ama benim boğazımda bir türlü yutkunamadığım bir sıkıntı var gibiydi .Neredeyse bütün kaslarım gergin bir halde kumlara oturmuş bir yandan kumları eşeliyor bir yandan da kafamı toplamaya çalışıyordum.Ne olmuştu yani Melike evli olduğunu söylemediyse;bunu beni sevdiği ve kaybetmek istemediği için yapmamış mıydı?Hem de kocası iki yıldır hapiste olan afla çıkmış bir katildi.Adnan denen bu adamın çok tehlikeli bir adam olduğu anlaşılıyordu .”İnsan bir cinnet anında da olsa birini hem de karısının kardeşini nasıl öldürebilirdi?” diyordum kendi kendime. Bunu aklım almıyordu ama aradığım cevabı çok yakında bulacaktım. Sonuç olarak bu adamdan çekiniyordum-hatta kimden saklıyorum buz gibi korkuyordum.Melike de korkuyor olmalıydı ki buradan gitmemiz gerektiğini söylemişti;ama ben karşı çıkmıştım.Hem nereye gidecektik ki.Kaçarak bir şey elde edemezdik. Bu işi bir şekilde halletmeliydik. Karşımızda tek bir engel vardı:Adnan.Ondan korkmama rağmen sevdiğim kadını kaybetmemek için elinden gelen her şeyi yapmam gerekiyordu.Ben bir hiç değildim; en azından Melike’yi tanıdığımdan beri.Ece’den ayrıldıktan sonra ilk defa yeniden yaşadığımı hissetmiştim Melike sayesinde.Belki Ece’yi kaybetmemin sebebi de mücadele etmemem olmuştu.Eğer Ece beni bırakırken o kadar vurdumduymaz davranmasaydım ayrılmayabilirdik.En azından bu defa kaybedeceksem de mücadele ederek kaybetmeliydim. Hatta neden olmasın bu defa sevdiğim kazanmalıydım;bunu kendi onurum için yapmalıydım.Kalkıp denize doğru yürüdüm.Su çok berraktı;dibindeki kumlar görünüyordu.Ufak birkaç balık bile vardı.Elimi uzatıp balıklara dokunmak isteyince birden kayboldular.Aklıma Melike geldi.O da şu anda otel odamızda mışıl mışıl uyuyordu;ama ona sahip çıkamazsam bu balıklar gibi yok olacaktı.Denize ilk adımımı attığımda suyun çok soğuk olduğunu fark ettim.Fakat buna aldırmadım; her ne kadar üşüse de insan alışıyordu. .Hem otele dönünce yanına sokulup ısınabileceğim güzel bir kadınım vardı.Bunu düşününce yüzümde hafif bir gülümseme oluştu.Onunla olmak bana herşeyi unutturuyordu.Şu Adnan meselesini de bir şekilde halledersem herşey çok güzel olacaktı.Neden olmasındı?Soğuk suya dalıp suyun altında yüzdüm biraz.Suyun soğukluğuna alışıyordum.Denizden sokağa baktım.Kaldığımız oteli ve odamızın penceresini görebiliyordu.Orada beni seven bir kadının olduğunu bilmek güzeldi;güç vericiydi.Şimdi siyah iç çamaşırlarıyla yatıyor olmalıydı.Bembeyaz teni ve güzel kalçalarıyla beni bekliyordu.

Sahilde yüz metre kadar ilerde şort mayolu sakallı birinin bana doğru yürüdüğünü fark ettim.Birden kalp atışlarım hızlandı, soğuk suyun içinde anında kızmış bir demir gibi hissettim kendimi;bu Adnan mıydı yoksa.Gözümü dikip adamı izlemeye başladım. Suya girip bana doğru yürümeye başladı. O da gözlerini bana dikmişti.Eğer Adnan ise ne yapacağımı bilmiyordum;sadece yüzünü tanımaya çalışıyordum.Yanıma geldi, hayır Adnan değildi. “Merhaba” dedi .

-Merhaba.

-İzin verirseniz sizinle konuşabilir miyiz?

-Konuşalım.

-Sizi uzun zamandır buralarda görüyorum. Aslında insanlarla konuşmak huyumdan uzun zamandır vazgeçmiştim ama neden bilmem size karşı bir yakınlık hissettim.

-Neden?

-Bilmiyorum, sanırım buralı olmadığınız için. Ben de buralı değilim ve siz de hep çok kaygılı görünüyorsunuz tıpkı benim gibi. Yoksa sizi rahatsız mı ettim?

-Hayır ama burada çok kişi buralı değil zaten.

-İsterseniz gidebilirim.

-Hayır, hiç gerek yok.

-Peki, kusura bakmazsanız bir şey soracağım: Nerelisiniz?

-Ankara

-Sahi mi? Ben de Ankaralıyım. Bu arada benim adım Orhan.

-Benimki de Tahir.

-Tatile mi geldiniz?

-Evet.

-Size ortak yanlarımız olduğunu söylemiştim. İşte siz de tıpkı benim gibi Ankara’dan tatile gelmişsiniz. Mesela ben bu tatili takriben on yıldır sürdürüyorum.

-Sizinki tatil olmaktan çıkmış artık.

-Evet, benimki artık bir yaşam tarzı oldu; alkol ve deniz.

-Benim tatilim sizinki kadar uzun olmayacak.

-Olmaması inanın daha iyi olur. Böyle olması için ciddi bir bunalım gerekir. Benimki gibi. Bu sizi şaşırtmadı değil mi? Zaten insanlar yılda en az bir iki kere bunalıma giriyorlar değil mi? O zaman bunda şaşılacak bir şey yok. Ama bana sorarsanız asıl bunalım hayatın süreğen bir bunalım olduğunun keşfedilmesiyle başlıyor.

-Felsefe mi yapacaksınız?

-Tabi ki. Ben bunun için yetiştirildim sayılır. Karşınızda bir felsefeci duruyor.

-Felsefe! İlginç ben de felsefeciyim.

-Öyle mi? Belki de bu yüzden ilgimi çektiniz. Bana sorarsanız insan felsefeyle çok fazla haşır neşir olmamalı. Çünkü içine girdiğinizde çıkmanız çok zor olabiliyor. Üzerinize yapışıp kalıyor. Tıpkı bunalım gibi. Ondan sıyrılmak istiyorsunuz, bir an için sıyrılıyorsunuz da fakat ufak bir sorunla karşılaşınca tekrar dönüyorsunuz ona.

-Ne iş yapıyorsunuz?

-Hiçbir şey yapmıyorum. Bir şey yapmamak için de mücadele veriyorum. Ben uzun zaman önce anlamsız bir toplum için yaşamaktansa onun sırtından geçinmeye karar verdim. Peki siz ne iş yapıyorsunuz?

-Bu aralar öğretmenlik .Neden toplumun anlamsız olduğunu düşünüyorsunuz?

-Çünkü insanlar anlamsız, dostum; sen, ben dediğimiz şeyler. Anlamsız parçalar anlamlı bir bütün oluşturmazlar. Bunalımın ne olduğunu sanıyorsunuz: Anlamsızlığımızla yüzleşmemiz. Bunu ya açık seçik görürsünüz ya da içinde bulunduğunuz iç sıkıntısının sebebini asla anlayamazsınız.

-Galiba biraz anlıyorum.

-Bence iç sıkıntısının tam ortasındasınız. Burada yalnız ve yabancıysanız iç sıkıntısının doğal mekanındasınız demektir. İlk geldiğim günlerde anladım bunu. Bir gün sahile inmiştim. Çok kalabalıktı benimse geçirmem gereken bir gündüzüm vardı. Yanımdaki bir paket sigara bitmeden yada hava kararmadan plajı terketmeye niyetim yoktu. Sırf vakit geçirmek istiyordum, anlıyorsunuz ya. İnsanlar denize giriyor, eğleniyor ve umut dolu gözlerle bakıyorlardı çevrelerine. Bir sigara yakıp sahil boyunca yürümeye karar verdim. Kalktım, yürüyordum ki birden herkesin benim bir yabancı olduğumu sırtımda bir işaret varmışçasına bildiğini hissettim. Karıncalar arasında kalmış bir örümcek gibiydim. Ben yürüyordum, koskocaman bir et parçasını ağır ağır sürüklüyordum ve herkes benim bu zorluğa nasıl katlandığımı merak ediyordu. İşte o gün iç sıkıntısını tamamen kavradım ve ne size ne de bir başkasına tarif edebilirim bunu. O günden sonra da bu iç sıkıntısı peşimi bırakmadı.

-Peki bir doktora gitmeyi düşündünüz mü?

-Doktor mu? Psikiyatrist demek istiyorsunuz. Ben buraya gelmeden önce de düzenli olarak giderdim doktora. İlaç da kullanıyordum. Bütün bunlar gerçeği değiştirmiyor, sorunu yok etmiyor yani. Çünkü sorun çok derinde: Varolmak. Varolmak beraberinde istemeyi, acıyı ve bunalımı getiriyor. Bunun farkına varmak yada varmamak önemli değil ,hepimiz yaşıyoruz bunu. Uyuşturucularla psikolojik ilaçlar arasında hiçbir fark yok. Hepsi kişiyi var oluşundan uzaklaştırır ki kişinin acıları dinsin. Modern toplumdaki her şey de bu uğurda oluşturulmuş materyaller yığını değil mi zaten.

-Nasıl yani?

-Artık bütün insanlık köleleri sayesinde refah içinde yaşıyor ve var oluşunu rahatça sürdürebiliyor. Sonuçta da var oluşuyla baş başa kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. İşte buna engel olmak için de modern insana hobiler ve zevkler sunuluyor. Bütün üretim neredeyse bunun üzerine kurulu. Kapitalizm sahip ol ve tüket diyor. Sonu gelmez bir oyun oynanıp duruyor. Evet, tam da aradığım kelime buydu: Oyun. Bütün insan eylemlerini kapsayan bir kavram bu. Yaşamak eğlenmek için oynanan bir oyun. Oyun kavramını daraltamazsınız yada zaten sonsuz olan alanını genişletemezsiniz de. Bizler kendimizle baş başa kalmamak için oyun oynayarak vakit geçiren yaratıklarız.

-Peki insanlık bu anlamsızlığından nasıl kurtulabilir sizce?

-İnsanlık diye bir şeye inanmam ben. Sadece sen, ben ve diğerleri vardır. Bunların toplamı da insanlık etmez, dostum. Kurtuluş diye bir şey varsa o da hepimize sunulmuş bir şarap: Ölüm. Gerçekten akıllı olsaydık ölümün ne büyük bir nimet olduğunu anlardık. Çünkü bu ölüm sayesinde varlık ve hiçlik arasında her zaman seçim yapma imkanımız var. Ama intihar saçma geliyor bana. Eninde sonunda ben’lerimize sahip olacak olan hiçliğe ebediyen atlamayı seçmek. Çünkü benim inancıma göre ben’lerimiz hiçlikten varlığa bir daha dönemeyecekler. Böyle geri dönüşü olmayan bir karar vermektense kararsız kalıp anlamsız hayatımı yaşamayı tercih ediyorum.

-Eğer söylediklerinizi doğru kabul edersek intihar mantıklı bir tercih olmuyor mu? Yani anlamsız bir hayatı yaşamaktansa gerçekliğe sıçramak.

“Beni dinlemiyorsunuz galiba.Varlığın saçma oluşu yada var oluşun bunalım vericiliği, işte bu tarafın gerçeği bunlar. Hiçlik var mı ki bir anlamı yada gerçekliği olsun? Hem hiç saçmalığın, kaosun ve şizofreninin size çekici geldiği yada doğanızın bir parçası olduğunu düşündüğünüz olmadı mı? Eğer bundan birkaç ay önce karşılaşmış olsaydık size düşüncelerimden değil halisilasyonlarımdan bahsederdim.Ama artık gitmeliyim. Belki yine görüşürüz.”dedi ve arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. Terlemiştim, suya dalıp çıktım. Çıktığımda onu göremedim. Sanki birden yokolmuştu.

Kargakara
1978 Ankara doğumlu, felsefe mezunu, öğretmenlik yapan başarısız bir yazar. Kendi blogumda da meraklısına bir şeyler paylaşıyorum.
http://bariskahraman78.wordpress.com

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.