VII
“İntihar
Gerçek intiharlar soğukkanlılıkla karar verilenlerdir. Diğer intiharları bunlardan ayırıyorum. Örneğin anlık bir öfkeyle kalkışılan ve başarılan intiharları bunlardan ayırıyorum. Soğukkanlılıkla düşünülüp tasarlanarak uygulanan intihara gerçek dememin sebebi diğerlerinden daha değerli bulmam; yoksa diğerlerinin intihar olmadığını söylemiyorum. Bunları daha değerli bulmamın sebebi ise hayatın görünüşlerinden değil bizzat kendisinden kaynaklanmaları; anlık bir acı çekişten değil bizzat hayatın temelinin acı olduğunun kavranmasından kaynaklanmaları. Kısaca gerçek intiharın temelinde akıl, diğerlerinin temelinde ise duygular yatıyor denebilir. Akıl duygudan değerli midir bilmem ama hayatı kavramada duygular gibi aldatıcı değildir. Şöyle ki, üzgünken dünyayı üzüntü kaynağı olarak gören kişi kendi üzüntüsünün sebebi ortadan kalkınca dünyaya olan tavrını da değiştirir. Yani dünyayı duygularla kavramaya çalışırsak aynı dünya kişiden kişiye ve hatta aynı kişide zamana göre değişik görünüşler alacaktır. Oysa bu görünüşlerin altında bir tane dünya vardır. İşte an gelir insan dünyayı olduğu gibi görür. Bu fark ediş genelde gençlik çağı geçince olur. Bu yüzden soğukkanlı intiharlara gençlik dönemlerinde pek rastlanmaz. Bazı duyarlı ruhlar, hayat kendilerine birçok mutlu olma olanağı tanısa da bir tek yoksunluk durumuyla karşılaşınca —gençlik dönemlerinde— intihar edebilmektedirler.
Unutamadığım intiharlardan biri de ünlü bir televizyon spikerinin oğlunun bilinçsiz intiharıydı. Haberlerden öğrendiğim kadarıyla X’in oğlu eve gelmiştir, onuruna yediremediği bir olay yaşamıştır; belki hakarete uğramış belki de evlenmeyi düşündüğü kız tarafından terkedilmiştir ve vitrin camına kafa atmadan önce şöyle der: ’Ben böyle yaşayamam!’
Analiz edersek şöyle demiştir: “Yaşayabilirim ama böyle değil.” Sonuç olarak duygusal intiharda reddedilen hayatın kendisi değil görünüşlerinden biri ya da onun özne üzerindeki bir anlık etkisidir. Örneğin burada kişi hayata değil hayatın karşısında kendi kaldığı duruma itiraz etmektedir .
Özetle duygusal tavır dünyaya iyi ya da kötü değeri atfeder. Oysa dünya kendi başına iyi ya da kötü değil, bütün bu değerlendirmelerin uzağında ve kayıtsız; kısaca ‘değersiz’ ve anlamsızdır. İşte mantık intiharı da bu anlamsızlığa verilen yanıttır.
Dünyanın soğukkanlılıkla değerlendirilebilmesi için onu görmemizi engelleyen birtakım perdelerin aradan çekilmesi gerekir. Dünyayı görmeye engel olan bir çok perde vardır; herhangi bir nesneye duyulan istek, kişinin benimsediği ya da sırtına vurulan sorumluluklar kişi tarafından dünyanın anlamı olarak konumlandırılır. Oysa belli bir olgunluğa varan insan bütün amaçlarının eğreti bir yapısı olduğunu fark eder. Kendi kendisini yaratmamıştır ve varolanlar arasındaki konumundan kaynaklanan bütün istek ve sorumlulukları tesadüfidir. Hayatının anlamı olarak belirlediği şeyleri asıl belirleyen neden-sonuç ilişkileri olmuştur.” diye yazmışım en son, bütün evrene yukarıdan bakıyormuş budalalığıyla. Sanırım bunu yazmamın sebebi intihar meselesine kafayı takmış olmamın yanı sıra bu aralar sanki her zamankinden daha fazla intihar vakası yaşanıyor olması ve sanki bütün bunların ya benim çevremde ya da bana göz kırpan bir açıda oluyor olması. Belki de intiharı bir paradigma olarak belirledim ve varlığı bu kalıbın dışında göremediğim için böyle düşünüyorum. Tıpkı bir atom fizikçisinin etrafındaki her şeyi birbirini itip çeken atomlar gibi görmesi gibi.
Geçen gün içmeye erken başlamıştım ve daha hava kararmadan kelle olmuştum. Oturduğum bardan çok sıkılmıştım çünkü çok tenhaydı. Bir köşede oturan ben ve yeni yetme birkaç liseli gençten başka kimse yoktu. Onların yalınkat siyasi muhabbetleri de canımı sıkıyordu. Hele kulağında birkaç küpesi olan birinin Hitler’in Yahudileri katletmesine gönderme yaparak büyük Türk milleti için Kürtlerin de katledilmesi gerektiğini yüksek sesle beyan etmesi daha da bir tiksinti yarattı bende. O an ona bir çok şey söylemek isteyip de oturduğum masadan fark edilmeyen bir bakış fırlatmaktan öteye geçemediğim için tiksintim kendi üzerime de yayılıyordu. Ne yalan söyleyeyim, içinde kadın görebileceğim bir yere gitmek için de çıktım o bardan. Çıkmış sokakta biraz hava almak için yürüyordum ki Zeynep’i gördüm. Elinde içinde bira olması muhtemel siyah bir torba vardı . Oldukça üzgün ve dalgın görünüyordu. Karşı karşıya geldiğimiz halde beni fark etmedi.
Zeynep bir aralar çok kısa bir süre –belki bir ay– beraber olduğum bir kızdı. Gözgöze gelince başımla selam verdim. Bir an öylece yüzüme baktı. Neden sonra beni hatırlayabildi.
“Merhaba Tahir.” dedi “N’apıyorsun? Her zamanki gibi içki mi içiyorsun?”
Ona selam verirken böyle haşin bir tavır takınacağını tahmin etmiştim aslında. Üzerinden aylar da geçmiş olsa onu terk ederek büyük bir hakarette bulunmuştum. Ayrıca bildiğim kadarıyla düzenli bir işi vardı ve artık ben onun için de yerinde sayan bir serseriydim.
“Hiç…” dedim, “Öyle dolaşıyordum. Birkaç bira da içtim. Sen nasılsın? Biraz durgun görünüyorsun”
– Moralim bozuk.
– Belli oluyor, kötü görünüyorsun. Bir şey mi oldu?
– Evet… Ertan intihar etmiş.
Ertan Zeynep’in bir arkadaşıydı. Zeynep’e aşıktı ve ona defalarca sevgili olmayı teklif ettiği halde reddedilmişti. İşte o dönemler ben Zeynep’le beraber olmuştum. Aslında Ertan hakkındaki bütün bilgim Zeynep’in bana anlattıklarına dayanıyordu. Belki de bütün hepsi beni etkilemek için uydurulmuştu. Yani kendisine aşık olan birisinden ve kendisinin ona yüz vermeyişinden bahsederek hem beni hem kendini onurlandırmaya çalışmış olabilirdi. Ben öyle olmalıydım, çünkü yıllarca peşinden koşmuş daha güvenilir bir erkek varken bilmem neden bir gece barda tanıdığı beni tercih etmişti. O onurlanıyordu, çünkü peşinden koşan sırılsıklam bir aşığa sahipti. “Nasıl yani?” diye sordum şaşırarak.
– Ne demek “nasıl yani?..” İntihar etmiş işte. Pencereden atlamış.
– Ölmüş mü?
– Evet.
“Peki ama neden yapmış bunu?” diye sordum ama Zeynep’in ‘sanki bilmiyormuşsun gibi’ diyen bakışları bu soruyu sormamam gerektiğini anlamama yetti. Bazı kadınların her şeyin kendi etraflarında döndüğü takıntısına sahipti o da. Muhtemelen bu intiharın sebebinin kendisi olduğunu düşünerek bir yandan soylu bir acı çekiyor bir yandan da uğruna intihar edilen bir kadın olmanın gururuyla tatmin oluyordu. Sanırım bu kurguda benim rolüm de zamanında haksız yere fazla değer verilmiş kötü adamlıktı. Eğer o kaypak intihar teşebbüsümde ben de ölseydim onun için intihar edenler kontenjanımda yerimi alırdım herhalde. Benim için de ondan sonra kendine gelememiş bir aşık olarak bahsederdi sağda solda. Torbasındaki biralar da saf aşığının ölümünün yası –ya da kutlaması– için alınmıştı anladığım kadarıyla.
“Çok üzüldüm” dedim en ufak bir üzüntü hissetmediğim halde. Çünkü aklımda o an Ertan’ın intiharından çok, torbasındaki biraları Zeynep’le beraber içmek vardı.
“Eve gidiyorum. İstersen sen de gel.” deyince hemen kabul ettim. Böyle bir teklifi istiyor ama ummuyordum. Sonra evine gidip oturduk ve bira içmeye başladık.
“Sen neler yapıyorsun?” diye sordu ki bu aralar duymaktan ve cevaplamaktan hoşlanmadığım soruların başında gelen soruydu bu. “İş arıyorum.” dedim hala hayatla ilgili bazı kıpırdanışlarım olduğu izlenimini yaratmak için. “Senin bir dersanede çalıştığını sanıyordum.” dedi. Bunu nereden öğrendiğini sordum. Hala benim neler yaptığımı bilen ve Zeynep’e bunu söyleyecek birileri kalmış mıydı çevremde. “Bir yerlerden” deyip kestirip attı.
“İşten çıkarıldım.” dedim. Bu aralar sorulmasını istemediğim ikinci soruyu sordu: “Neden?” Ona bilmediğimi söyledim. Gerçekten de tam olarak bilmiyordum. Zaman zaman işe geç gelmem, bazı derslerde öğrencilere kışkırtıcı gelecek konulardan bahsetmem mi, yoksa çoğu zaman üstüm başımın dökülüyor olması mıydı sebep. Belki de bunların hepsiydi. Sonuç olarak ilk dönem çalışmış ikinci dönemin başında müdür tarafından çağırılmıştım. O da bana patronların benimle çalışmak istemediklerini söyleyip önüme imzalamam için bir istifa dilekçesi uzatmıştı. Ben de istifa dilekçesi imzalamak iş hayatının rutin işlerinden biriymiş gibi sorgusuz sualsiz imzalayıvermiştim kağıdı. Bu tavrım müdürü de biraz şaşırtmıştı belki ama uzun uzun dil dökmek zorunda kalmadan benden böyle çabuk kurtulduğu için mutlu da olmuştu galiba. Nasıl olup da neden işten çıkarıldığımı bilmediğimi sordu. “Bilmiyorum işte” dedim konuyu kapatmak için; “Boş ver…” Daha fazla konuşmak istemememin arkasında özel bir neden, ya da söylemek istemeyeceğim bir şey olduğunu düşünerek daha fazla üstelemedi o da.
Bir süre sessizce içmeye devam ettik. Aslında konuşacak çok şeyimiz de yoktu. Bir elin parmaklarını geçmeyecek defa buluşmuş, içmiş ve sevişmiştik. Hepsi buydu. O bana evleneceği adam olarak bakmış, bense bu ilişkiye hiç bir anlam yüklememiştim. Daha sonra beni adam etmeye çalışmaya başlaması, evlenmekten bahsederek önüme bir takım sorumluluklar çıkartması yüzünden onunlayken aldığım kaba zevk de onu kandırıyor gibi olmanın suçluluğu karşısında eriyip gitmişti. Onun da benden adam olmayacağını fark ettiği sırada ayrılmak istemiştim ve ayrıldığımızdan beri ilk defa karşılaşıyorduk. Zaten ondan sonra, yani Ece’den sonra kimseyle uzun vadeli planlar yapacak bir duygusal bağlılık kuramamıştım. Sayfalar sonra adını anıyorum. Hayatımda aşık oldum diyebileceğim ve bir zamanlar hayatımı üzerine kurmayı düşündüğüm kadının, ki o da beni terk etmişti bir zamanlar. Peki şimdi niye buradaydım? Vakit geçirmek için mi? Ne olursa olsun yalnız kalmaktan korktuğum için mi? Neden bu evde Zeynep’le olduğumu tam olarak bilmiyordum ama niye burada olmadığımı biliyordum: Onu sevdiğim için burada değildim. Neden sonra sessizliği o bozdu: “Müzik dinlemek ister misin?”
– İyi Olur.
Teybe bir kaset koydu. Ahmet Kaya’ydı. Küçük odayı Ahmet kaya’nın puslu sesi kapladı. Mezarından “bugün de ölmedim anne” diye haykırıyordu sanki. Bir an bu şarkı beni askerlik günlerime götürdü. Pencereden insansız dağlara bakıp kim bilir neler düşünerek bu şarkıları dinlediğim karakol aklıma geldi. O zamanlar dışarıda ya da şehirde olmanın ne demek olduğunu bile unutmuştum ve çıkınca sivil hayatın beni kucaklayacağına, yeniden doğacağıma dair hayaller kurardım. Sanki asker olmadan önce fark etmediğim bir çok olanak vardı da ben o zaman fark etmiştim onları. Askerlik bitince yepyeni bir hayat kurabilecek kadar aklım başıma gelmiş gibi hissetmiştim; ama sanırım insanın askerdeyken böyle düşünmesini sağlayan hormonlar terhis olduktan bir ay sonra beyin tarafından salgılanmamaya başlıyordu. İşte şimdi işsiz güçsüz bir halde eski bir sevgilinin evine sığınmış o askerlik günlerini özlüyordum; sivil hayatın hayalleri sivil hayattan daha güzeldi, bunu anlıyordum. Neredeyse bu düşünceler içinde bilmem kaçıncı biramı yudumlarken Zeynep’i bile unutmuş tatlı bir nostaljiye kaptırmıştım kendimi. Zeynep bira şişesini benimkine çarptırdı. “Heey…” dedi “dalıp gittin” Burada onun yanındaysam onunla ilgilenmem gerektiğinin farkına vardım o an.
”Sen neler yapıyorsun?” diye sordum; hem aklıma ilk gelen soru olduğu hem de onun da bana bunu sormuş olduğu için. “Aynı.” dedi “çalışmaya devam ediyorum.”
Bir ilaç firmasında temsilci olarak çalışıyordu. Hani eli yüzü düzgün gençlere ilaçlar hakkında biraz bilgi ve ellerine çantalar verip doktorların peşine saldıkları meslek. “Sevgilin var mı?” diye sordu.
– Hayır yok. Ya senin?
“Benim var.” dedi sanki övünür gibi.
– Senin adına sevindim.
– Kim biliyor musun?
– Kim?
– Mehmet bey…
– Mehmet bey?
– Patronum.
Hatırladım. Benimle beraberken kendisine ne kadar sıcak davrandığını söylediği o babacan patronuydu bahsettiği. Ben de ona patronunun ona asılıyor olabileceğini söylerdim. Ben böyle söyleyince neredeyse bana kızar, nasıl böyle bir şey düşünebileceğimi, adamın babası yaşında olduğunu söylerdi. Söylediklerimde haklı çıkmıştım. Ama buna sevinmedim nedense. Ben bir şey söylemeyince açıklama yapma gereği hissetti.
– Sen beni terk edince boşlukta kaldım. Ne yapacağımı bilemiyordum. İşte o dönem Mehmet bana çok ilgi gösterdi. Sonra… Sonra da sevgili olduk işte. Hem biliyor musun o çok olgun birisi ve beni gerçekten çok seviyor.
Bir zamanlar babası yaşında olduğu için ilişkisi olamayacağını düşündüğü adam, şimdi olgun olduğu için ideal bir eş durumuna gelivermişti. Hep böyle değil midir zaten, bir zamanlar çok yanlış bulduğumuz davranışlar içine girdiğimizde savunulabilir ve –hatta saçma önyargılar bir kenara bırakılırsa– doğru davranışlar haline gelivermez mi? Ve bu ilişkinin başlamasının zeminini hazırlayan da ben olmuştum. Olsundu benim için fark etmezdi. Belki şu anda bira içip Ahmet Kaya dinleyerek intiharını andığımız Ertan’ın ölümünün sebebi de bendim. O da olsundu. “Sen mutluysan sorun yok” dedim “ama yanlış hatırlamıyorsam o adam evli değil miydi?” “Evet” dedi; “Şu anda evli. Ama sadece kağıt üzerinde bir evlilik onlarınki. Yakında boşanacaklar. O sorumluluk sahibi bir insan, beni yarı yolda bırakmayacaktır. Ayrıca dediğin gibi benim için sevinmelisin hiç olmadığım kadar mutluyum.”
İçimden zaten bütün evliliklerin kağıt üzerinde olduğunu söylemek geldi; büyük ihtimalle bu adamın onu kullandığını söylemek. Ama bunları söyleseydim onu kıskandığım için mutluluğunu gölgelemeye çalıştığımı düşünecekti. Zaten ben de dahil insanlara kendileri fark etmedikleri sürece hatalarından bahsetmek çoğunlukla hatalarına daha fazla sarılmalarını sağlar. Şimdi beni niye evine çağırdığını anlıyordum. Eski sevgilisi olan bana benden sonra ne kadar mutlu olduğunu gösteriyordu. Göstersindi. Elimdeki biramı bitirip yeni bir bira daha açtım. Ama o benim bu konuda tepkimi göstermem için konuşmayı uzatmaya çalıştı. Eğer ben duygularımı ortaya dökmezsem tam bir zafer kazanamayacaktı.
“Sen hep bir yabancıydın biliyor musun Tahir” dedi “Sevişirken bile.”
– Öyle miydim. Neyse artık her şey sona erdiğine ve sen de mutluluğu yakaladığına göre bütün bunların bir anlamı kalmadı.
– Ece ne yapıyor?
Sonunda bam telimi bulmuştu işte. Kanayan yarama zevkle dokunmuştu. “Evlenmiş” dedim. Duyarsız yüz ifademi alkolün de yardımıyla korumaya çalışarak. “Üzüldüm” dedi. Cevap vermedim. Yavaşça yanıma sokulup kolunu boynuma attı. Taze ve pürüzsüz beyaz teni, kızıl saçları ve parfüm kokusu onun kişiliğini örtüyor ve onu sadece bir kadın olarak algılamamı sağlıyordu. Şimdi artık beni yendiğine göre, bana acımaya başlayabileceğine karar vermişti galiba. Bana yönelen üzgün bakışları baygın bir şehveti de içinde taşıyordu. Ona döndüm ve öpüşmeye başladık. Onun erkekleri avutma yöntemi sevişmekti ve ben de buna razıydım; söyleyecek bir şey yoktu. Alkol güdümünde bir seks terapisine girmek üzereydik ki cep telefonu çaldı. Açtı, “Merhaba canım…Evdeyim… Tabii gel… Bekliyorum.” Telefonu kapatıp bana döndü: “Mehmet’ti. Buraya geliyormuş. Kusura bakma Tahir; gitsen iyi olacak. Hem yanlış bir şey yapmak üzereydik.”
– Haklısın
Çıktığımda kendimi gerçekten berbat hissediyordum. İnsanın hiç aklında olmasa da güdülendiği bir şeyi son anda hele ki bir tesadüf yüzünden yitirmesi, yitirdiği şeyi hakkıymış gibi hissetmesine yol açıyor. Keşke hiç böyle bir karşılaşma yaşamasaydım dedim. Halbuki bir kaç bira içmek dışında bir kaybım olduğu da söylenemezdi.