“Hüsnü Arkan
(…)
1985’te, kesinleşen hapis cezası nedeniyle yurtdışına çıktı. Bir yıl Atina’da, beş yıl Hollanda’da, iki yıl Köln’de yaşadı. 1987 yılında, Amsterdam’da, arkadaşlarıyla Hezarfen adlı müzik grubunu kurup Avrupa’nın birçok kentinde kendi şarkılarını seslendirdi. 1990’da Şanar Yurdatapan’ın düzenlemeleriyle ilk solo albümü Bir Yalnızlık Ezgisi’ni çıkardı. Kendi şarkılarından oluşan bu albümde, şarkı sözlerinin yanı sıra, Nazım Hikmet, Can Yücel, Ülkü Tamer, Muzaffer Erdost ve Louis Aragon’un dizelerine de yer verdi.
1993’te Türkiye’ye döndü ve Ezginin Günlüğü’ne katıldı. (…)
(…) Bu kitabı (Ölü Kelebeklerin Dansı, blog.not.) Menekşeler Atlar Oburlar (2001), Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer (2005), Hiçe Doğru (Şiir, 2005), Uyku (2008), Mino’nun Siyah Gülü (2011) izledi. (…) Aynı yıl (2014, blog.not.) son şiir kitabı Naş yayımlandı.
(…)”
Menekşeler Atlar ve Oburlar, Hüsnü Arkan, Kırmızı Kedi Yay., İstanbul, 2012, s. 1
“(…) Ama unutluydum. Birilerinin, bir şeylerin gelip ruhumu dolduracağına, bir gün mutlaka karayı göreceğime inanıyordum.
(…)”
agy s. 10
“(…)
Başıma bir şaplak indi; ve o anda adamların kim olduklarını anladım.
Polisti bunlar, başka bir olasılık yoktu. Bu denli baskın bir ifade gücüne polisten başka kimse sahip olamazdı. Bir şaplak! Tokatların, yumrukların arasında küçük bir şaka gibi duran bu şey ancak polisin yapabileceği bir şeydi.
‘Adı ne peki?’ dediler.
‘Selma.’
Korkunç bir utanç, anlamsız bir gurur duydum bunu söylerken. Düş gibiydi, evet; iki duyguyu aynı anda hissedebileceğimi söyleseler inanmazdım.
Ben de onlara sorular sormak istiyordum ama soramıyordum.
‘Siz evli misiniz?’ diye soracaktım cesaretim olsa. ‘Karınızın adı ne? Çocuğunuz var mı? Yetişkin mi, kaça gidiyor? Devlet bana şaplak atmanız için ne kadar veriyor? Yetiyor mu? Ben daha fazlasını öderim, gidin devlete şaplak atın!’
Diyemiyordum, dilim tutulmuştu.
Yatağın üstüne bir kitap attılar.
‘Marks da var!’
Marks adında bir adamın yaşamış olduğuna pek inanasım gelmemişti o an. Proletarya, bir ahlak düzeni kurmak isteyen bir avuç aydının peşine sürüklenen talihsiz bir sınıftı sanki. Marks yaşamasaydı, o kitabı yazmasaydı daha iyi olacak gibiydi. Hiç Marks okumamıştım ben. Kitap Raif’tan kalmaydı. Onun yanında da Gorki duruyordu. Sonra Dostoyevski, Hesse, Çehov, Aziz Nesin… Dünya büyük bir tımarhaneydi; anlatacak çok şey vardı. Onların yaşadıklarına, yaşıyor olduklarına inanasım gelmiyordu. Balkondaki çamaşırların varlığından bile kuşkuluydum. Dışarıda yağmur başlamıştı ama çamaşırlar ıslanmayacaktı. Gagasını keyifle açıp kapayan martının kanatları ıslanmayaxcaktı. Yoktu o artık. Geride yalnızca kahkahası kalmıştı. Bana gülüyordu.
‘Geçen perşembe neredeydin?’
Hemen yanıtladım;
‘Çalışıyordum.’
Emin değildim ama çalışıyor olmalıydım. İki yıldır tatil yaptığım günleri tarihleriyle tek tek verebilirdim onlara.
Ama inanmadılar:
‘Biz seni mezarlık yolunda gördük,’ dediler. ‘Plakanı aldık, 64 Chevrolet senin değil mi?’
Birden rahatladım.
Bu rahatlamanın verdiği cearetle adamlara baktım ve bu kez güçlü bir yumruk yedim enseme.
‘Bize bir daha bakarsan anandan doğduğuna pişman ederiz,’ dediler.
Hemen anladım; devlet kendisine bakılmasından hoşlanmıyordu. Üstelik acı duymamıştım bu kez, yumruklara alışmıştım. Hatta adamların anlayış sahibi olabileceklerini bile düşünmüştüm. Aradıkları nasılsa Selma değildi. Selma’nın küçük paketleri de değildi. Tekerlekli sarayımdan, beyaz kuğumdan söz ediyorlardı. Üstümde dans etmelerinin, yerlerde sürüklemelerinin tek nedeni, bir 64 Chevrolet’ye sahip olmamdı. Herkes sahip olamazdı buna. Bakımı zordu. Koskoca İzmir’de tamirini yapabilecek usta sayısı ikiyi geçmezdi.
şaşkınlığımı abartmama gerek yokyu. Yeterince etkileyici olmalıydım. ‘Hayır, o Chevrolet benim değil’ desem, her şey yeniden eskisi gibi olacaktı. ‘Kusura bakma kardeş’ diyeceklerdi. Dağıttıkları eşyaları toplayacaklar, acıyan yerlerimi öpecekler, tokalaşıp ayrılacaklardı.
(…)”
agy s. 30, 32
“(…) Sonunda, yaşamıma yön veren en baskın etkenin suçluluk duygum olduğuna karar vermiştim.
Gerçek de buna benzer bir şeydi işte! Düşlerimi doğruluyordu.
”Gidiyoruz!’ dedi polislerden biri.
(…)”
agy s. 35
“(…)
Bir adam vardı. Psikiyatrdı. Adı Cemil’di.
‘İnsanın kendi içine bakması o kadar da kötü bir şey değildir Hüseyin,’ diyordu.
Bir hastalığı bir yetenek olarak tanıtması ne büyük incelikti!
Aramızdaki köprüyü aşıp bana ulaşmayı umut ediyordu. Elimden tutup karşıya geçirecekti beni. Dünyalıların arasına, Normal’in yaşadığı yere bırakacaktı. Onlar gibi gülüp onlar gibi ağlayacaktım, onlar gibi sevip onlar gibi nefret edecektim. Yaşamımda olup biten her şeyin çok önemli olduğunu düşünüp iç çekecektim. İçimdeki beş para etmez ahlak duygusu, yaşamımı sarsan o kendiliğinden doğa, o büyük okyanus dalgası çöküp gidecekti böylece.
‘Sen misin Hüseyin?”
(…)”
agy s. 65
“(…) Hiçbir zaman bulunduğu yerde olamıyor insan, hep başkalarının götürdüğü yerde oluyor.
Çocukluğumda yarınımın buna benzer bir şey olacağını söyleselerdi dudak bükerdim. (…) Herkesin pembe düşler gördüğü çağda ben karabasanlarımla cebelleşiyordum çünkü.
Hastaydım.
Hastalığımın tam olarak ne zaman başladığını bilmiyorum. Sanırım uzun bir birikim sonunda patlamıştım. Bekleme salonu gibi bir yer. Yeterince beklersiniz, sonra bir gün bir de bakmışsınız ki hasta olmuşsunuz.
(…)”
agy s. 80
“(…)
‘Şu Raif nasıl bir çocuk?’ diye soruyor arada bir.
‘İyi bir çocuk,’ diye yanıtlıyorum.
Bir gün ikisi bizim evde karşılaşıyorlar. Amcam Raif’i sorguya çekiyor.
‘Ne okumak istiyorsun,’ diyor.
‘Sosyoloji.’
‘Ne olacaksın peki oradan çıkınca?’
‘Sosyoloji öğrenmiş olacağım.’
‘İşine yarayacak mı, aileni geçindirebilecek misin?’
‘Bilmem! Hayatta hiçbir şeyin garantisi yok.’
Amcam gülümsüyor. Raif, Nietzsche’den bir alıntı yapacak diye ödüm kopuyor.
(…)”
agy s. 86
“(…)
Anlamsızlığın bir anlamı vardı, bir adı vardı; hayat diyorlardı buna. Her sıradan sözcük gibi, içine girince, yineleyince bir şey ifade etmiyordu. Sıradan olmayan sözcükler arıyordum. Yoktu. Çevremdeki insanlar, sözcükleri kendilerini iyi hissetmek, çıldırmamak için kullanıyorlardı. Aslında hepsi de evreni saran boşluğa aittiler ama bunu kabul etmektense, o boşluğa bir anlam yükleyip birbirlerine onaylatmayı yeğliyorlardı.
Düşündüklerim sözcüklere sığmıyordu artık. Sözcüklerin kılıfını patlatıyor, dışarı taşıyordu. Bir şey söylediğimde, başka bir şeyi anlatmış oluyordum. Elma diyordum ama elmayı anlatmak istemiyordum. Bir dili bilmenin bütün avantajlarını yitirmiş gibiydim. Üstesinden gelemediğim bir durum oluşturuyordu bu: bir kaos!
Uyandığımda kaosun ortasında buluyordum kendimi, uyumaya çalışırken kaosun içinde yatıyordum. Kaosun bir parçasıydım.
(…)
(…) Koltuğunun altında kitaplarla geziyor, okuduklarını heyecan içinde bana anlatıyordu. Anlattıkları, kaosun düzenlenmesi olarak görünüyordu. Çok saçmaydı bu, gereksizdi. Ama saçma ve gereksiz olduğunu söyleyemiyordum. Hep susuyordum. Bu yüzden sessizliğimden ve yavaşlığımdan sıkıldığını, benim adıma utandığını düşünüyordum.
(…)”
agy s. 89, 90
(…) Aslında bütün şiirler ölümü anlatıyor. Okudukça, anlamsızlığımı yansıtan bir ayna haline geliyorlar. (…)
(…)
Bir çay bahçesine oturup çay içiyorum. Garson bardağı masama bırakırken bıyık altından gülüyor; yalnızlığım gülünç olmalı. (…)
(…)
(…) Dünya öyle sessiz, öyle boş, öyle keder verici ki, kuşların kanat vuruşları, yarattığı bütün bu anlamsızlık karşısında gülen bir Tanrı’nın acımasız kahkahalarıymış gibi duyuluyor.
(…)”
agy s. 92-95
“(…) Sıradan ve sık rastlanır bir biçimde acı çekiyordum. İsa çarmıhında ancak bu denli rahat olabilirdi.
(…)”
agy s. 111
“(…)
Yaşamın gizli bir anlamı olduğunu ve yalnızca düşünerek, başka hiçbir şey yapmadan bu anlamı açığa çıkarabileceğimi sanıyordum.
(…)”
agy s. 119
“(…) Yalnızca kendine yönelmiş bir düşünceden, yakın çevresini bile görüp değerlendirmekten aciz bir bakıştan geriye anı olarak ne kalır ki? Parça parça resimler; başka bir şey değil!
(…)”
agy s. 120
“(…) Farkında değildim ama iyi bir hastaydım ben. Bir kitap gibiydim Cemil Bey’in açmasını bekliyordum. (…)”
agy s. 134
“(…)
Cemil Bey’i son görüşümdü bu.
Konuşmamız bitince ayağa kalkmış, elimi sıkmıştı. Defterini açıp bir sonraki görüşmemizin tarihini vermesi için bekliyor, elini bırakmıyordum.
‘Artık uzun bir ara vermemizin zamanı geldi, sen ne dersin?’ dedi.
Bunu birden söyleyivermişti. Şaşırmıştım.
‘Uzun bir ara ne demek?’ dedim.
‘Deneyeceğiz, artık baş edebileceğini düşünüyorum.’
Bırakıyordu beni. Hiç ummadığım bir anda yaşamımdan çıkıyordu. Üzülmem mi sevinmem mi gerektiğini bilemiyordum. Tedaviyi sona erdirmek konusunda daha önceleri de konuşmuştuk ama sanki hep uzak bir olasılıktı bu.
‘Benden sıkıldınız mı?’ dedim. ‘Yani bir türlü iyileşemiyorum…’
Güldü. Yanıma gelip ayağa kaldırdı. Kapıya yürüdük.
‘Bir ay daha Laroxyl’e devam et!’ dedi. Bir sorun çıkarsa yine ararsın, istediğin zaman gelebilirsin.’
(…)”
agy s. 142
“(…)
‘Artık askerlik de bitti Hüseyin,’ dedi.
‘Evet,’ dedim. ‘Bitti.’
‘Sıra evliliğe geldi, ne dersin?’
Birden söylemişti bunu. Sanki bitirilmesi gereken, günlük, sıradan bir işten söz ediyordu. Bu iş halledildikten sonra da, sıra başka şeylere gelecekti. Bir çocuğa, büyük bir eve, yenilenen eşyalara ve ikinci bir çocuğa.
‘Ben evlenmek istemiyorum, amca,’ demiştim. ‘Birkaç yıl kafamı dinlemek istiyorum.’
(…)”
agy s. 145
“(…)
Söz öldürüyor ve hiçbir iz bırakmıyordu.
(…)”
agy s. 149
“(…)
İçerde, işemenin dünyanın en keyifli işi olduğunu öğrendik. Bebek gibiydik, her şeyi yeni yeni öğreniyorduk. Yerde bir musluk, musluğun altında vatan konservesinin kutusu vardı. Vatan dedikleri şey buydu belki. İçindeki pisliklere aldırış etmeden susuzluğumuzu giderebileceğimiz teneke bir kutu.
(…)”
agy s. 162