Sivas Katliamı’nda ölen diğer iki şair Behçet Aysan ile Metin Altıok; Cahit Külebi’nin 12 Eylül öncesi ve sonrasının iyi şairleri arasında saydığı isimlerdendir.[1]
Sivas’ta katledilen 1949 Ankara doğumlu şair Behçet Safa Aysan yanı zamanda tıp doktorudur. 12 Mart döneminde tıp öğrenimine politik nedenlerle ara vermek zorunda kalmıştır. Daha sonra devam edeceği tıp öğrenimi sırasında çeşitli işlerde çalışacak olan Aysan mezun olduktan sonra İzmit’e atanmıştır. Eflatun Ölüm’ü onu Ankara’da doktor olarak çalıştığı sırada Sivas’ta katıldığı Pir Sultan Abdal şenliklerinde bulacaktır.
Kaan’ın sakalları ölüme uzarken Aysan’ın uzayan sakalları sürekli büyüyen onmaz bir yara gibidir: “sakallarım uzuyor, bir yara/ bir yara durmadan işliyordu/ kendini”[2] Aysan’ın şiirlerinde de ölüm izleği dikkat çeker.
Çünkü beyaz bir gemidir ölüm
Siyah denizlerin hep
çağırdığı
batık bir gemi
sönmüş yıldızlar gibidir
yitik adreslere benzer
ölüm
“yanık otlar gibi”dir ölüm ki Aysan da Madımak’ta yakılarak ölüme dönüşecektir. Tıpkı Kaynar gibi Aysan da erken ölümünün ihtimalini valizinde taşıyan şairlerdendir. Beyaz Bir Gemidir Ölüm ve Sivas’ta gerçekleşecek bir kehanet: “sen bu şiiri okurken/ ben belki başka bir şehirde/ ölürüm.”[3]
Sivas katliamında hayatını kaybeden şairlerden Metin Altıok ise hayatlarımızda bir çok benzerlik bulduğumdan benim için ayrıca önemlidir. 14 Mart 1940 İzmir, Bergama doğumlu şairin ilkgençliği Karşıyaka’da geçmiş; lise öğrenimini Karşıyaka Lisesi’nde tamamlamıştır. Altıok’un ressamlığı da vardır.1967’de Çetin Sipahi ile birlikte Ankara Fransız kültür Merkezi’nde ilk resim sergisini açmış; daha sonra Ankara Fransız kültür Merkezi dışında Ankara Sinematek Derneği’nde ve Ankara Güzel Sanatlar Galerisi’nde de resimlerini sergilemiştir. Bu arada her ne kadar nalıncı keseri gibi her şeyi kendime yontuyor gibi görünsem de benim de amatör bir biçimde resimle ilgilendiğimi söylemeden geçemeyeceğim. 1971’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe bölümünü bitirecektir. Yani o da benim gibi Ankara’da okumuş bir felsefecidir. Lise yıllarında şiirle tanışan şairin ilk kitabı Gezgin 1976’da su yüzüne çıkacaktır.Hayatlarımızdaki benzerliklerden bir başkası da onun da benim gibi felsefe grubu öğretmenliği yapmış olmasıdır. Nitekim 1979 yılında öğretmenliğe Bingöl Lisesi’nde başlayan Altıok daha sonra Bingöl’ün Genç ilçesine sürülecektir. Öğretmenlik hayatındaki yolu benim şu anda öğretmenlik yaptığım Karaman’dan da geçecek; 1987-1990 arası Karaman Lisesi’nde felsefe öğretmenliği yapacaktır. 1990 yılı başında emekliye ayrılan Altıok Ankara’ya yerleşecektir. Doğma büyüme Ankaralı biri olarak onu tanıyan ilk kişiyle karşılaşmam elimde toplu şiirleri olduğu halde Ankara’da bir barda otururken olmuştur. Sonradan kendisinin de Uğultular adlı bir şiir kitabı olduğunu öğrendiğim bar sahibi Erdem Balcı ne okuduğuma bakmış Metin Altıok okuduğumu görünce “bizim Metin Ağabey” diye bahsettiği Altıok’u tanıdığını söylemişti. Sonra Ankara’da Mülkiyeliler’de aynı masada çok içtiklerinden ama nedense en çok onun yoksulluğundan dem vurmuştu. Daha sonra Metin Altıok’un anılarıyla Karaman’da da çok karşılaştım. Eğit-Der denen içkili mekanda onu Karaman’da çalıştığı sürede tanımış pek çok yaşlı eski solcu Türkiye İşçi Partisi üyesi Altıok’la ilgili bildiklerinden bahsettiler. Rahmetli içmeyi severmiş. Hatta söylediklerine göre yanına bol bol vişne ve votka alıp haftalarca otel odalarına kapandığı olurmuş. Yine anlattıklarına göre bir gün buradaki arkadaşlarının yanına gelip Kavaklar şiirinin telifini bugünün parasıyla yaklaşık on bin liraya Sezen Aksu’ya sattığını söylemiş ve o parayla bol bol içmişler. Sonradan, çalıştığım okuldaki öğretmenlerden Hasan Kodabağ’ın (Kodabey) onun Karaman Lisesi’ndeki öğrencilerinden biri olduğunu öğrendim. Nasıl bir öğretmen olduğunu sordum doğal olarak. O da Altok’un birikimin yoğun olduğunun her halinden belli olduğundan ve dersini çok ciddi bir biçimde anlattığından bahsetti. Bir ara Kavaklar şarkısının sözlerinin kendisine ait olduğunu söylediğinde öğrencileri epey şaşırmışlar. Ne var ki Hasan Hoca’nın dediklerine bakılırsa Karaman Altıok’un değerini pek bilememiş ve ona hep biraz garip, biraz deli gözüyle bakmış. Öyle ki hakkında balkona çıplak çıktığından tutun da hastanede özel bir odası olup ara sıra orada kaldığına kadar pek çok söylenti çıkmış. Bir de saçlarını hep her teli belli olacak bir biçimde arkaya doğru yatırırmış üstad; hatta Hasan Hoca’nın anlattığı bir söylentiye göre birgün her zaman gittiği bakkal “ağabey bu saçlarını nasıl böyle yapıyorsun, bana da söylesene. Ben de böyle yapmak istiyorum” deyince Altıok müziplik olsun diye mayonezli, yağlı, salçalı saçmasapan bir saç losyonu tarifi vermiş. Ertesi gün bakkalın saçları darmadağınıkmış. Yani lafın kısası saygı duyduğum şairin geçmişte yürüdüğü yollardan geçmekten; anılarıyla karşılaşmaktan kendimce bir haz duyuyorum.
İki kez evlenen ve ilk evliliğinden bir kızı olan Metin Altıok, Sivas katliamından ağır yaralı olarak kurtulmuşsa da komadan çıkamayarak 9 Temmuz 1993’te Ankara’da ölmüştür. Kendinden ve kendi gibi yabancılardan bahseder Yerleşik Yabancı’da Altıok:
Kiminin dikenleri vardır.
Katlanamaz üstüne.
Hep dikine durur
Delmemek için gövdesini.
Onda da vardır gece-gündüz ikilemi. Gündüzleri acılar saklanır maskelerin ardına ama gece özgürce bir başına acı çekmenin zamanıdır. “Ben eğilmem gündüz ama” der Altıok “Geceleri kanatırım kendimi.” Kimsenin kozasındaki komforundan çıkıp sevmeyi göze alamadığı gündelik dünyada sevgisi sahipsiz kalacaktır Kaan ve Altıok gibi yabancıların:
Ben birini sevdiğim zaman,
Göğünü durmadan genişletir.
Ama herkes rahattır kozasının içinde,
O sevgi artık kimsesizdir.[4]
Çok belirgin bir ölüm izleği göze çarpar Altıok şiirlerinde. Bir Ölü’dür o ve kendi cenazesini kaldırır şiirsel dünyasında:
Bu düşsel cenaze yasla geçerken
Ağlayan benim, ağlatan da ben
Kapanıp üstüne birbirinin.
Nihayet “Bu kadar kendimi taşıyamıyorum kendimde”[5]diye hayıflanarak bitirir bu şiiri şair.
Kendinin Avcısında yalnızlık ve ölüm iç içe geçmiştir atık dizelerde. Rüzgarın Yırtık Yeri şiirinde “Artık tutunacak kimsen kalmadı” diye seslenir kendine Altıok “Nasıl biliyorsan öyle düğümle zamanı./ Bütün ölümleri gör,/ Birini evlat edin kendine.” Sadece yalnızlık değildir bu dışardalıktır; çoğunluktan tehlikeli bir farklılıktır ki çoğunluğun cezalandırıcı nefret ve öfkesini üzerinde hissetmektedir şair:“Görmesen seslerden anlıyorsun/Kazdıkları çukuru, ördükleri duvarı.” Yaban toplum her gün cezalandırmaktadır zaten uyumsuz şairi.
Çakılısın buzdan çivilerle
Boynu bükük bir haçın üstüne.
Yerde buluyorsun kendini her sabah,
Yeniden gerilmek üzere.
Doksanların (ve şimdinin) Türkiyesinde “Katmerli yalanı gördün, yalınkat gerçeği” diyen bir mesih için zordur katlanmak gündelik hayata “pasın küfün; çürümenin, yangın yerlerinin; katran gözyaşlarının; göçüğün kırık kemiklerinin; suyun sancısının; rüzgarın yırtık yerinin” ortasında ki “bunlardan payına düşeni söyle” der kendi kendine Altıok. Payına yangın yerinin düştüğünü ise zaman gösterecektir. İntiharın kenarındadır ama “Ölmeyi bilmediğine göre” katlanmak zorundadır bu hayata ve kendine “gülünç ve deli” bir “mesih” olarak. Yine kendi kendine söylenir şair: “Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı/ Pelteleşmiş yapışkan haçını/ Islık çalarak sokaklarda sürükle”[6]
Küçük Tragedyalar’da Bir Gün Ölürüm demiştir Altıok. Kaan’ın hiç geçmediği hüzünlü bir gençliği umutsuz aşkları geride bırakmıştır artık. Altıok Kaan gibi İntihar etmemiştir; ölümü aramaktır onun yolu: “Ölümü arayarak geçti/ Bunca yılım”[7] “Metin Altıok’un mutsuz çocukluğu ve köksüzlük acısı”[8]nın sesini ölüme yaklaştıran gerekçeler olduğunu yazmıştır Adnan Satıcı. Bir yere yerleşse de yabancı kalan Gezgin’in köksüzlüğü malumdur ve ölüm izleğinin sebebi konusunda Kaan kadar ketum değildir Altıok ki mutsuz çocukluğunun onu ölüme yaklaştırdığını bu şiirinde kendi itiraf etmiştir:
Kötü annem
Beni komşunun oğlu kadar seven,
Yok olan babamdı belki
Ölüm tutkusunu pekiştiren.
Altıok’un ömrü yanan bir mumdur hepimizinki gibi “Ve yanan mum biter”[9] elbet birgün.
İpek ve Kılabtan kitabındaki Sürgün şiirinde “Kendine sürgün/ Bir garip kişiyim” der Altıok. Bugünün siyasi şarlatanları gibi değil hakikaten kefeniyle gezmektedir artık şair ki kefen için beyaz kumaşa ihtiyacı yoktur; bizzat derisidir onun kefeni: “Kendime bir/ Kefen biçtim/ Kendi tenimden.” Yine yalnızlık yine gececilik gelir bu dizelerden biraz sonra:
Yalnızlığın gözlerine
Sürme çeken
Öyle biriyim ki;
Geceleri uykusuz
Kuyuları dinleyen.
Yabancılık ise bitmeyen izleğidir Altok’un ve“Aranızda/ Yerim yok zaten” der, “Merhabam kalmadı/ Kimseyle.” Çünkü “Söylenmezi söyle”miştir şair bir defa “Suçu” “büyük”tür hem de “taamüden.” Ahmet Telli’nin dediği gibi kendi hükmünü kendi verir Sürgün:
Heybesinde yılan
İşaretleri,
Baldıran zehiri
Yüzüğünün içinde ve yanında
Kav taşıyan ben;
Tekinsizim size göre
İbret için
Yakılması gereken[10]
Sivas’ta infaz edilecektir bu hüküm. Nitekim Sivas Katliamında katledilen bu üç şairin yanan Madımak otelinin merdivenlerinde oturdururken çekilmiş son bir fotoğrafları vardır. Bu son fotoğrafta şairlerin yüzünden okunan korku değildir. Şiirlerinden sızan ölümü kabullenmiş gibi bakmışlardır objektife. Dışarıda vahşi bir kalabalık “Müslüman Türkiye” diye bağırırken bu yaban dünyada kendilerini bekleyen sonun böyle olacağını önceden bilen kahinler gibi sakindirler sanki.
Şairler sadece bizim de içinde bulunduğumuz İslam coğrafyasında katledilmemişlerdir tabi ki. Muhammed’in şairleri lanetlemesinden çok önce Platon kovmuştur Devlet’inden onları ne de olsa. Avrupa kültürünün sac ayaklarından biri olan Antik felsefenin taçsız kralı Platon’un tam bir İsviçre saatini andıran devlet tasarımında kunduracı kunduracılığını, çiftçi çiftçiliğini, asker askerliğini ve filozof devlet adamlığını yapmalıdır. Bu yüzden herkesin bir dişli olacağı bu çarkta Platon için bir taklitçiden öte anlam taşımayan şairin yeri yoktur. Olsa olsa iyi adamın taklitçisi olmayı veya askerlerin eğitiminde uygulanan kanunları övmeyi reva görür şaire Platon ve şöyle buyurur Sokrates’in ağzından:
– Öyleyse, her kılığa girmesini, her şeyi ustaca taklit etmesini bilen bir adam, bizim topluma gelip de şiirlerini halkın önünde söylemek isterse, bu kutsal, bu eşsiz, bu tadına doyulmaz şairin önünde saygıyla eğilir, deriz ki: Bizim ülkemizde senin cinsinden insanlar yok, olması da yasak. Böylece başına kokular sürer, çelenkler takar, onu başka bir ülkeye yollarız. Bize daha ağır başlı bir şair gerek deriz. O kadar hoş olmasın, zarar yok, ama işe yarar masallar söylesin[11]
Lucanus’un 1. Yüzyılda Neron usülü infazından yüzyıllar sonra 19. Yüzyıla vardığımızda birçok kişi tarafından en büyük Rus şairi ve Rus edebiyatının kurucusu olarak kabul gören Rus şair ve yazar Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in bir düelloda öldürülüşüne tanık oluruz. Puşkin 6 Haziran 1799’da Moskova’da soylu bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Puşkin’in lise yıllarında yazdığı şiirlerinde gerçekçilik eğilimi açıkça göze çarpmaktadır. O dönem şiirinde kullanılmayan kaba ve gündelik sözcükleri kullandığı şiirleriyle Derjavin’in dikkatini çekmeyi başaran Puşkin ünlü bir şair sayılmaya başlayacaktır. Yazdığı ve birçoğu yasaklanan özgürlükçü şiirleri ve taşlamaları toplum arasında yayılacaktır bu sırada . Böylece onun sayesinde Rus edebiyat tarihinde şiir, ilk kez olarak, herkes üzerinde hayranlık uyandırmaya başlamıştır. Dekabrist gizli derneklerle ilişkiye geçen Puşkin Çar tarafından ünlü Kafkas Tutsağı (1822) ve Bahçesaray (1824) adlı eserlerini yazacağı Kafkasya’ya sürülür. Bu dönemde devrimci-romantik şiirinde kötümser-trajik bir hava belirginlik kazanacaktır. Kafkasya’dan dönen Puşkin’in Rusya’daki askeri yönetime karşı oluşundan dolayı dört yıl süreyle başkente girmesi yasaklanır. Hükümet tarafından görevlendirilen babasının gözetiminde ailenin sahip olduğu Mihaylovskoye köyünde yaşamak zorunda bırakılır. Sürgün sonrasında Rus Çarı I. Nikolay tarafından Moskova’ya çağırılan genç şairin kaleminden çıkan her şey artık çarın sansüründen geçecektir. Polis baskınları ve aşk serüvenleri yaşamının ayrılmaz parçaları olan Puşkin’in hayatının dönüm noktası bir baloda eski yüksek rütbeli bir memurun kızı olan Natalya Gonçarova ile karşılaşmasıdır. Puşkin bu genç kıza aşık olacak ve denebilir ki ölümünü hazırlayan da bu karşılıksız aşkı olacaktır. Puşkin Natalya’ya evlenme teklif edecek; Natalya ise, şairin evlenme teklifine cevap vermeyi belirsiz bir tarihe erteleyecektir. Bu durum karşısında umutsuzluğa kapılan Puşkin Moskova’dan uzaklaşmak isteyecektir. Bu nedenle de, 1829’da, bir gözlemci olarak Rus ordusuna katılmış ve Osmanlı topraklarına gelmiştir. Puşkin, Moskova’ya dönünce Natalya’ya evlenme teklifini yinelemiştir. Uzun çekişmelerden sonra sonunda Natalya’nın ailesini de ikna etmeyi başarıp Natalya’yla nişanlanır. Natalya ise, bu duruma karşı kayıtsız kalacak ve sadece izlemekle yetinecektir. Sonunda evlenseler de Natalya’nın Puşkin’e karşı ilgisiz tutumu sonuna kadar böyle devam edecektir. Puşkin bu dönem bitmek bilmeyen soruşturmalar ve yasaklamalar yüzünden rahatsız olsa da yazmaya devam etmiştir. 1937 yılında Bronz Süvari’yi yayımlayan Puşkin birkaç imzasız mektup aracılığıyla, d’Anthès adındaki göçmen bir Fransız delikanlısının karısı Natalya Puşkin’e kur yaptığını öğrenir. Bunun üzerine Puşkin d’Anthès’i düelloya davet eder. 27 Ocak 1837’de St.Petersburg yakınında Kara Dere’nin bir köşesinde düellonun yapılmasına karar verilir. İddiaya göre Puşkin bu düello’da kullanacağı silahı almak için gümüşlerini satacaktır. Düello günü Puşkin Petersburg Nevski Prospekt’deki Wolf’s şekercisine uğradıktan sonra düello yerine gelir. Düello şahidi arkadaşı Danzas olan Puşkin düelloda d’Anthès’i omzundan yaralasa da kendisi de karnından yaralanır. Bu yaralanma Puşkin’in 10 Şubat 1837’de ölmesine yol açacaktır. Şairin öldüğünü duyunca Yevgeniy Onegin’in son baskısını tüketen ve evinin kapısının önünde toplanan halk, neredeyse hükümete karşı bir ayaklanma noktasına gelecektir. Olayların büyümesinden endişelenen polis, bir gece yarısı, şairin tabutunu gizlice kiliseden almış ve Mihaylovskoye köyüne götürerek toprağa vermiştir.
Puşkin’in ölümüyle en çok sarsılanlardan biri de Rus yazar ve şair Mihail Yuryeviç Lermontov olacaktır. Bir Puşkin hayranı olan şair onun ardından Şairin Ölümü adını verdiği bir şiir kaleme alacaktır. Puşkin’in ölümünü bir cinayet olarak niteleyen ve bundan dolayı Çarlık yönetimini suçlayan bu şiirinin bir bölümü şöyledir:
Çıkarıp ilk çelengi alnından
Dikenli ve defneden bir çelenk taktılar ona,
Ve gizli iğneler dalların altından
Battılar şanlı alnına.
Ve ağulandı son anları da
Sinsi fısıltısıyla alaycı cahillerin.
Ve öldü o – boşuna bir intikam susuzluğuyla-
Ve gizli üzgüsüyle kırılmış ümitlerin.
Sesleri o eşsiz şarkıların dindi
Bir daha duyulmamacasına.
Dar ve sevimsiz sığınağında şimdi
Susuyor şair, bir mühür ağzında…[12]
Lermontov bu şiiri yüzünden tutuklanarak tıpkı Puşkin gibi Kafkasya’ya sürgüne gönderilecektir. İlginçtir ki Puşkin’le hayatları ve şiirleri benzerlikler gösteren hatta Puşkin’in ardılı gözüyle bakılan Lermontov da ondan dört yıl sonra 27 Temmuz 1941’de “Kafkasya’dayken çevrilen dolaplar sonunda bir düelloda öldürül”[13]ecektir. Lermontov 15 Ekim 1814’te Moskova’da emekli bir subayın oğlu olarak soylu bir ailede dünyaya gelmiştir. 1832 yılında üniversiteden ayrılıp Harp Okuluna kaydolur. 1834 yılında asteğmen rütbesiyle mezun olup St. Petersburg’da hafif süvari olarak göreve başlar. 1937’de Şairin Ölümü yüzünden Kafkasya’ya sürülen Lermontov 1838 yılında St. Petersburg’a döner. Şiirleri edebiyat çevrelerinde çok beğenilen Lermontov kısa sürede dönemin parlak edebiyatçıları arasına girer. Lakin 1840 yılın başlarında St. Petersburg’daki Fransız büyükelçisinin oğluyla giriştiği bir düello, bu özgürlük yanlısı genç şairin Petersburg’dan uzaklaştırılması için bir bahane oluşturacaktır. Böylece çarlık yönetimi onu tekrar Kafkasya’ya sürgüne gönderir. 1841 yılının şubat ayında izinli olarak St. Petersburg’a dönen Lermontov, Kafkasya’ya geri dönmeyeceğini düşünmektedir ki bir dergi çıkartmak konusunda girişimlerde bulunur. Ne var ki izin süresinin bitiminde görev yerine dönmesi için kesin emir alacaktır. Dönüş yolculuğu sırasında hastalanır ve Piyatigorsk kentinde bir süre dinlenmek zorunda kalır. Bu kentte kralcı bir Fransız subayla düello yapar ve bu düellonun sonunda yaşamını yitirir. Özgürlükçü aydın kesimde, henüz yirmi yedi yaşındayken tıpkı Puşkin gibi bir düello sonucu ölmesi, derin bir üzüntüye neden olacaktır. Şiirlerinde Puşkin’in yanı sıra Ryleyev ve Byron etkisi göze çarpar. Özellikle henüz on altı yaşında yazdığı Hayır, Sanma Ki Acınmaya Değer Biriyim Ben şiirinde bizzat Byron’a öykündüğünü görürüz Lermontov’un:
Gencim! Fakat sesler kaynaşıyor yüreğimde
Ve ne kadar çok isterdim Byron’a ulaşmayı;
Ruhumuz bir onunla, acılarımız da öyle
Ne olur, yazgılarımız da bir olsaydı!..[14]
Yazgıları bir olmuş mudur Byron’la? Bir bakıma evet denebilir bu soruya. Byron gibi o da özgürlük izleğini sürmüş ve yazılarıyla soylu sınıfa başkaldırmıştır. Byron gibi siyasi ve ailevi nedenlerden ötürü ülkesini terk etmemiştir belki ama Kafkasya’ya sürülmüştür. Albert Camus her ikisini de başkaldıran züppeler arasında görür Başkaldıran İnsan’da. “Yeryüzünü bilmeyen bir güzellikle güzel”[15] şeytan imgesiyle Tanrı’ya başkaldıran romantiklerden biri de Lermontov’dur Camus’ya göre. Camus, Lermontov’un “Acıyla birleşmiş acılı yüreğin/ bu kısacık ama canlı birleşmesi” dizelerinden yola çıkarak onun “tek bir an içinde ve anla yaşa”[16]dığını söyler. Bir bakıma haklıdır da; düellodan hiç kaçmayan şair hayatını anlık ve güzel bir yıldırım şavkı gibi yaşamış görünmektedir. Lermontov Byron’a övgüler dizdiği şiirin sonunu şu dizelerle getirir:
Onun gibi dinginlik aramaktayım, boşuna,
Her yerde tek bir düşüncedir izleyen beni:
Korkunç bir geçmiş, geriye bıraktığımda,
Ve yok bir yakın can, baktığımda ileri![17]
Genç şair açısından bakıldığında biraz garip biraz da gizemlidir bu dizeler. Evet, Lermontov da bir türlü bulamayacaktır aradığı dinginliği ama hangi düşüncedir peşini bırakmayan, nedir korkunç geçmişin imlediği?
Şiirlerinde umutsuz aşk; özgürlük; yaşamın anlamını arayış ve yalnızlık gibi varoluşçuluğun temel izleklerini süren Lermontov’un 1919 tarihli Söyleni şiirinde açıkça dışavurulur varoluş bunalımı:
SÖYLENİ
İnan, bir hiçlik iyidir bu dünyada.
Neye yarar derin bilgi ve ün tutkusu,
Yetenek ve büyük özgürlük sevgisi,
Biz kullanamadıktan sonra?
Biz, kuzeyin çocukları, buradaki bitkilere benzeriz,
Kısa bir süre açar ve hemen solarız…
Külrengi öyle sıkıntılı. Tekdüze akışı
Öyle kısa…
Ve yurdumuz bunaltıcı,
Ve yüreğimde bir ağırlık ve içim sıkılıyor…
Ne bir sevgi ne bir dostluk biliyorum,
Bunalıyor gençliğimiz boş fırtınalarda,
Ve öfkenin ağrısı hemen karartıyor onu,
Ve soğuk yaşamın çanağı acı geliyor bize
Ve artık hiçbir şey açmıyor içimizi.[18]
1938’de Geleceğe Ürküntüyle Bakıyorum der şair ölümünü sezmiş gibi:
İyiliğin, kötülüğün, aşkın ve umutların
Yeryüzünde ödedim kefaretini;
Bir başka yaşamaya hazırım
Susuyor ve bekliyorum: zamanı geldi.
Geride benden iz kalmayacak
Karanlık ve soğuk kuşatacak
Benim yorgun ruhumu;
O, ham bir yemiş gibi, özsudan yoksun.
Soldu fırtınalarında yazgının
Yaşamın kızgın güneşi altında kavruldu.[19]
1841’de ise Elveda Dilsiz Rusya der sitemli bir sesle:
ELVEDA DİLSİZ RUSYA
Elveda dilsiz Rusya
Tutsakların ve efendilerin ülkesi.
Sizler, mavi üniformalılar,
Ve sen halk, onların kölesi.
Belki arkasında Kafkas Dağı’nın
Gizlenirim senin paşalarından.
Her şeyi gören gözlerinden onların,
Her şeyi işiten kulaklarından.[20]
Şair ölecektir ama bir lanettir Şairin Ölümü ki er geç şairler aklanacak ve katilleri yargılanacaktır:
Ve sizler, kibirli çocukları
Bilinen alçaklıkla ün salmış ataların!
Köle topuklarıyla çiğneyen yıkıntılarını
Bahtın oyunuyla incinmiş soyların!
Özgürlük, Deha ve Şan cellatları!
Tahtın yanındaki açgözlü yığın!
Susturun gerçeği ve yargıyı
Gizlenin örtüsü altına yasanın!
Fakat ey ahlaksızlar, tanrısal bir yargı
Ve müthiş bir yargıç bekliyor sizleri!
Onu kandıramaz altın şıkırtısı
O bilir önceden her şeyi.
O zaman boşa gidecek ama
Kötülemeler, başvuracağınız!
Ve tüm kara kanınızla, şairin
Haklı kanını yıkayamayacaksınız![21]
31 Temmuz 1849’da Macar şair ve liberal devrimci Sandor Petöfi ise savaş meydanında ölecektir. 1 Ocak 1823 yılında Kiskörös’te dünyaya gelen şairin asıl adı Aleksandr Petrovics’dir. Bir süre gezgin tiyatro topluluklarında çalışmayı deneyen Petöfi başarılı olamayınca öğrenimine geri döner. Pápa’daki öğrenimi esnasında, zamanın büyük edebiyatçılarından Mor Jckai ile tanışması hayatındaki dönüm noktalarından biri olacaktır. 1842 yılının Mayıs ayında A borozö adlı şiirinin Athenauem adlı dergide yayımlanmasından sonra adı edebiyat çevrelerinde duyulmaya başlayacaktır. Tiyatro çalışmalarına dönerek Bratislava ve Debreeen’de bulunan Petöfi, 1843-1844 kışını zor şartlar altında Debreeen’de geçirdikten sonra bütün şiirlerini derleyerek Peşte’ye gider. Aynı yılın Kasım ayında Mihály Vörösmarty’nin desteği ile Ayetler adı altında ilk şiir kitabını yayınlatır. Bu kitabının yayımlanmasının ardından kısa zamanda bütün ülkede tanınan bir şair olacaktır. Bunun dışında 1844 yılında Köyün Nalbantı ve Kahraman Yanoş; 1845-1846 yılları arasında Oyun, Kaplan ve Sırtlan ile Bulutlar eserlerini yazacaktır. Bu arada genç şairler ile yazarları destekleyip koruma amacıyla Onlar adlı derneği kuracaktır. Şair, Özgürlük, Aşk; Saray ve Kulübe ve Kurtların Türküsü eserlerini yazdığı 1847 yılında Julia Szendrey ile evlenir ve Peşte’ye taşınır. Aynı yıl, bütün şiirleri yayımlanır. Macar halkının Avusturya İmparatorluğu’na karşı giriştiği bağımsızlık mücadelesine faal olarak katılan Petöfi 1848 Macar Devrimi’nin en önemli kişilerinden biri olacaktır. Macar Devrimi’nden esinlenen ve özgürlük savaşında önemli yeri olan Ulusal Şarkı adlı şiiri, Macar özgürlüğünün ilan edildiği 15 Mart 1848 günün yayımlanır. 1848 sonlarında bağımsızlık mücadelesinin bir başka önderi olan Lajos Kossuth ile aralarında bir anlaşmazlık çıkınca Kossuth’tan izin isteyerek savaş meydanından çekilir. Kısa bir zaman sonra Macarların bağımsızlık mücadelesi yenilgi ile sonuçlanınca Petöfi şiirleri ile mücadeleye devam edecektir. Hayalkırıklığını dile getiren ve son şiiri olan Korkunç Zaman bu dönemde yazılmıştır. 1849 Ocak ayında savaşın halâ sürdürüldüğü Erdel’e giderek Bern’in ordusuna katılır. Binbaşı rütbesi ile savaştığı Segesvár Çarpışması’nda bugün Romanya sınırlarında olan Sighișoara’da öldüğü sanılmaktadır. Aslında Petöfi’nin bu ölümü şiirlerinde arzu ettiği bir ölüm olmuştur. Yatağında çürüyerek ölmeyi Bir Düşünce Kurcalar Kafamı şiirinde “İstemem, tanrım, böyle bir ölüm istemem!” diye reddeden şairin dileği özgürlük için savaş meydanlarında savaşırken ölmektir. Bu yüzden cepheden cepheye koşmuştur anlaşılan. Aynı şiirinde şöyle devam eder Petöfi:
Ölmeyi dilerim ben, ölmeyi birdenbire:
Ayakta, yıldırımla parçalanan bir ağaç gibi,
kasırgayla devrilen bir ağaç gibi ölmeyi,
uçuruma yuvarlanan bir kaya gibi,
tepeden tırnağa titrete sarsa yeri göğü.
(…)
Yayınca halklar bağıra bağıra
bu sözcükleri dört bucağa, doğudan batıya
ve başlayınca saldırılar zorbalara karşı,
isterim ölmek en ön sıralarda,
isterim sulasın yüreğim o şeref tarlasını
gençliğimin fışkıran al kanatlarıyla.
Ağzımdan çıkan mutlu son sözüm
bastırılsın isterim çelik gümbürtüsüyle.
borazan sesiyle, top gümbürtüsüyle
Kazanılan zaferle atlar kişnesinler,
var hızlarıyla çiğneyip geçsinler cesedimi,
bıraksınlar paramparça gövdemi savaş alanında.
Şair bu dizelerin ardından :
Başlayınca sonra cenaze töreni,
getirilsin bir araya bütün kemiklerim,
matem marşları çalsın durmadan
kara tüllü bayraklar altında.
diye vasiyet etmişse de ölüsü bulunamamıştır. Şiirin sonunda “Bir mezara gömülsün kahramanların hepsi./ senin uğruna can verenlerin hepsi, / ey özgürlük, ey dünyanın özgürlüğü!”[22] diyen şairin bu dileği kısmen gerçekleşmiştir; çünkü Petöfi’nin cesedinin başka ölülerle birlikte ortak bir çukura gömüldüğü anlaşılmıştır. Dünyanın özgürlüğe kavuşup kavuşmadığı tartışılır ama Macaristan 1. Dünya savaşının ardından bağımsızlığına kavuşmuştur.
Macaristan’ın ulusal şairi kabul edilen Petöfi’ye göre şiir “doğal bir anlatım biçimi”[23]dir ki Doğanın Yaban Çiçeği şiirinde de kendi şairliği hakkında şöyle yazmıştır:
Şiir yazmayı ben hocalardan
Kafama vurularak öğrenmedim.
Okul kurallarına hiçbir zaman
Uymadı şu ruhum benim.
Dışarda tek başına yürümekten
Korkanlardır çoğu böyle yapanların
Yaban çiçeğiyim ben
Özgür ve başı dik doğanın[24]
Şiirinde “yurdunun insanlarını ve doğasını sevgi dolu bir duyarlılıkla ve betimlemelerle gözler önüne sere”n Petöfi “Zamanla liberallerden uzaklaş”acak ve “giderek devrimci – demokrat – halkçı bir şiire yönel”ecektir. “Havari adını taşıyan destanı, Avrupa Jakoben – devrimci şiirinin doruk noktası olarak gösteril”en şair “demokratik evrenselciliğe en yüksekten şiirsel düşünce ve duygu zenginliği içinde ışık tutar.”[25]
Barış K.
04.08.2015
[1] “Cahit Külebi ile Söyleşi”, İzlek 1, Ankara, 1993, s. 24
[2] Agy s. 47
[3] Agy s. 53
[4] Metin Altok, Bir Acıya Kiracı (Bütün Şiirleri), İstanbul, 2011, s. 49
[5] Agy s. 68
[6] Agy s. 124-126
[7] Agy s. 165
[8] Adnan Satıcı, “Kaan İnce’nin Şiirinde Bireyin ‘Zaman’ Sorunsalı”, İzlek 3, Ankara, 1993, s. 20
[9] Altıok, agy, s. 167
[10] Agy s. 191-193
[11] Platon, Devlet, Çev: Sabahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz, Remzi Yay, İstanbul, 1995, s. 88
[12] Baki, agy s. 109
[13] Agy s. 99
[14] Agy s. 101 çev: Ataol Behramoğlu
[15] Camus, Başkaldıran İnsan, s. 57
[16]Agy s. 58
[17]Baki, agy s. 101 çev: Ataol Behramoğlu
[18] Agy s. 102 çev: Mehmet Özata
[19] Agy s. 106 çev: Ataol Behramoğlu
[20] Agy s. 105 çev: Ataol Behramoğlu
[21] Agy s. 110, çev: Ataol Behramoğlu
[22] Agy s. 164,166. Çev: A. Kadir, Asım Bezirci
[23] Agy s. 159
[24] Agy s. 163, Türkçesi Tahsin Saraç
[25] Agy s. 159