Balinaların doksan dakika suyun içerisinde kalabildiği tespit edildi, vücut yapıları ve denizde yaşayan en büyük varlıklar olmaları itibari ile yaşadıkları bölgede bir saltanat kurması bizi şaşırtmazdı fakat balinalar bulundukları ortama uyum sağlayarak evrimin mükemmel canlılarından biri oldular. Diğer tarafta ise başarısız bir evrimin sonucu olan insanoğlu mevcuttu, öyle ki avlanmada, suyun altında yaşamada veya yükseklerde dolaşmak o kadar zordu ki hayatta kalmak için beyinlerini evrimleştirmek zorunda kaldılar.
Bu evrimin sonucunda da insanoğlu egosuna yenik düşerek kendini en gelişmiş canlı olarak tanımladı, çünkü diğer varlıklarda olmayan bir özelliğe sahipti, ‘’akla’’. Bu akıl sayesinde arabalar, gökdelenler, telefonalar, internet ve uzayı keşfetti. İnsanın egosu o kadar uçsuz bucaksız sınırlardaydı ki dünyayı anlamadan uzayı anlamaya çalıştı. Sonsuz bilgi ışığında maalesef diğer yaşam kaynaklarını ve canlıları tam bir karanlığa hapsettik. Bir kurbağanın kışın donup yazın çözülmesiyle hayatına kaldığı yerden devam etmesi, bir köpeğin gelişmiş koku algısı, dünyanın en dayanıklı canlısı tardirgat gibi canlılar insanoğlundan daha iyi oldukları aşikar ama hiçbir canlı bulundukları ortamın hükümdarı olma egosu yerine uyum içinde yaşamayı seçti. Sırf daha süslü gözükmek için katledilen hayvanlar, daha aktif yaşamak için kesilen ağaçlar, daha iyi eğlence için köle edilen tüm canlılar ve iyi bir gelecek için geçmişini heba eden insanlar. Tüm bunlar insanoğlunun evrimin müthiş sonucu olan akıl ile yapmış olması oldukça ürkütücü olmakla beraber, umutsuz bir gelecek algısı oluşturuyor maalesef. Mutluluğu tanımlarken bile zorlanmamız, doyumsuz bir düzene hapsolan beynimiz, içgüdülerimize yaşamamıza engel oldu ve evrimin son safhasına geçtik, ‘’yapay zeka’’.
Yapay zeka derken aklını kullanan robotlardan bahsetmiyorum, bahsetmek istediğim konu yapaylaştırılmış olan insan beyninden bahsediyorum, öyle ki gördüğümüz her nesne, her söz, her fikir inançlarımız çerçevesindeyse kelime öbeklerinin veya fikir öbeklerinin kökenine bakmadan kabul ediyoruz. Toplumsal baskılar, kültür, gelenek ve hayat mücadelesi adı altında istemediğimiz meslek gruplarına dahil olup, istemediğimiz eylemleri gerçekleştiriyoruz ve ‘’huzur’’ adı verilen sanallığı ararken tüm gerçeklerden uzak tutulup yapay bir hayat yaşıyoruz. Yaşayan nefes alan insanoğlunun yüzde doksanı, yüzde onluk kısım için yaşıyorken huzuru bulmamız da ne kadar gerçekçi olabilir ki? Kendimizi evrenin en önemli canlısı olarak nitelemekte bu sanal yargıya gerçekçi bir yaklaşımda sayılmaz mı?
Kısa özetlemek gerekirse, biz Tanrının yanlış ekilmiş tohumlarıyız, düştüğümüz yeri kurutuyoruz, çürütüyoruz ve yaşanmaz hale getirdiğimiz ise bir gerçek. İnsanoğlu hiç var olmamalıydı.
Merhaba bu yazınızı blogumda sizin tarafınızdan alıntı olduğunu bildirerek paylaşabilir miyim?