“Yalnız şiirdir ki yazıldığı lisanın malıdır. O lisanda okumak şartıyla güzelliklerine sahiptir, vardır. Çünkü şiir dilin özüdür, kokusudur, lezzetidir, musiki kabiliyetidir, yahut bunlardan doğan hususi bir şekildir. Hepsinin birden doğurduğu hususi ve canlı bir şekil ki, hatta aynı dilde bile başka bir surette tekrar edildi mi kendisi olmaktan çıkar. Çünkü mısra dediğimiz şey, deniz köpüğü gibi, göğün maviliği gibi, kendi hazinelerinde seyredildikçe mevcut ve güzel olan şeylerdir. Deniz köpüğünü dalgaların ucundan toplamağa kalkınız, avucunuzda bir kaç damla su kalır. Fakat, dalgaların üstünde, o çalkantının mucizesi, tacı ve süsü oldukça size Afrodit’i düşündürür, su perilerinin çıplak oyunlarını hatırlatır, kainatınızı bir yığın hayalle doldurur. Evet, ne göklerin maviliği, ne denizin köpüğü yakalanır; fakat oldukları yerde kadirullahı ve aşk ambudesini doğururlar.
Şiir yazıldığı dilin içindedir. Tercüme ile sevilen şair hemen hemen yoktur. Yahut şiiri için değil, düşüncesi için sevilir. Meğerki çok büyük bir istidadın, bir nevi dehanın eline geçsin. Hayyam’ın İngilizcede Fitzgerald’ı, Türkçede Yahya Kemal’i bulması gibi mutlu bir tesadüf olsun. Fakat bu cins tercümelere de tercüme demek pek kabil olmaz. Verlaine ve Mallarmé’nin Almanca’ya Stephan George tarafından, Valery’nin aynı dile Rilke tarafından tercümeleri cinsinden eserler, Rönesans devrinde şahsi eser addedilirdi. Böyle az çok eşit dehaların birbirini bulması bir tarafa bırakılırsa, bir şiirin kendi şekli dışına nakli imkansızdır. Meğerki şiir gittikten sonra elde kalanı, yani his küllerini, hayal islerini ve düşünce benzerlerini, kısacası Valery’nin tabiriyle bayram ve şehrayin artıklarını sevelim.”
Edebiyat Üzerine Makaleler, Ahmet Hamdi tanpınar, Haz: Dr. Zeynep Kerman, Dergah Yay., İstanbul, 1977, s. 38, 39