1997’nin nisanında Kaan’ın bir kısmı İzlek Dergisi’nde yayınlanmış, Gizdüşüm dosyasında yer almayan şiirleri Ka n adlı bir kitapta toplanıp İzlekçiler tarafından basılacaktır. Böylece Kaan ölümünden sonra ikinci şiir kitabını da çıkarmış olacaktır.
1999’a geldiğimizde vakıf ve İzlek dergisi dağılır. Bunun pek çok sebebi olabilir. En başta bunca maddi imkansızlığa rağmen amatör bir tutkuyla bir yazın dergisinin bu kadar süre hayatta kalabilmesi bile bir başarıdır. Beri yandan bana kalırsa İzlek’in sona ermesinin en büyük nedeni onu kuran ve yürüten gençlerin artık ‘büyümüş’ olmasıdır. Okullar bitecek; gençler kendi hayatlarına odaklanmak zorunda kalacaktır. Artık herkes kendi yolunda yürüyecektir. Eski İzlekçilerden Ülkü Çadırcı şöyle anlatmıştır bu durumu Kaan’a hitap ettiği yazısında:
Ha sonra ne oldu diyeceksin? Sonra büyüdük. Okullarımız bitti. Kimimizin yolu egemen edebiyat çevresine teğet geçti; kimimizinki ise çarkın içinden… Bazılarımız kaçak güreşmeyi yeğledi yine. Hem orada, hem değil. Kimimiz ise uzakta durup –senin o alaycı gülümsemene öykünerek- olan biteni seyretmekle yetindi.[1]
Çadırcı’nın yazdıklarında eskiden solcu söylemde birleşen arkadaşlarından bazılarının şimdi kapitalizmle uzlaşarak yollarına devam edişi karşısında bir serzeniş var gibidir. Bu serzeniş yine eski bir İzlekçi olan Serdar Aydın’ın yazdıklarında daha belirgindir.
Sokaklarda blues söylediğimiz, üniversite bahçelerinde ‘yine çaktık derslerden’ diyerek kaçak viski içtiğimiz, ölümlerin acısını paylaştığımız, bekar evlerinde sızıp kaldığımız kardeşlerimizin şimdi çok uzaklarda oluşu; ticarete, akademiye, memuriyete vs. gömülmüş olması, hep reddettiğimiz kapitalist sisteme eklemlenerek FED başkanının sözlerini yorumlaması, piyasalardan bilgi vermesi ve daha bir çok olgu, elbet ki hüzün veriyor bana.
Özetle yolu İzlek’ten geçen solcu genç edebiyatçılardan kimi kapitalizmle tokalaşıp uzlaşmış, kimi ise onunla uzlaşmayı reddetmiştir.
Mermer kayıklarımızla diğer yarısına geri döndüğümüz acının, usulca çekilen denizlerimizin, son bulduğumuz, yenildiğimiz ve fakat hala komformist ve pragmatist olamadığımız hayatın neresinde olursak olalım; uyuşamadık bize dikte edilen yaşam pratiğiyle.[2]
Ne var ki Serdar Aydın’ın bu sözlerindeki çaresizlik ‘hayatın neresinde olursak olalım’ ifadesinde gizlidir; çünkü kapitalist sistemde yaşayan birey için ikinci bir seçenek yoktur; gönüllü ya da gönülsüz kapitalizmin dişlisi olmaya onun kurallarıyla oynamaya mahkümdür kişi. Bir bakıma üniversiteler de nihayet sisteme iş gücü yetiştirmek için vardırlar; bunun için eğitim rahlesinden geçirirler gençleri ve çoğu zaman okulun kapısından çıkılınca genç yüreklerin tutkuyla sarıldıkları ütopyaları da yavaş yavaş solmaya başlayacaktır; hatta kimini istese de istemese de sistemin bir savunucusu haline getirecektir. Yoksa Kaan’ı intihara sürükleyen sebeplerden biri de bu geleceğe dair öngörüsü mü olmuştur?
Peki, neler yapmışlardır, şimdi nerededirler kısa bir süre de olsa Kaan’ın hayatlarından geçtiği İzlekçiler? 1972 doğumlu Ayda Erbal, Halen New York University Siyaset Bilimi Bölümü’nde doktora öğrencisidir. 1995’te Aykut Kansu’nun 1908 Devrimi adlı doktora tezinin bir bölümünü bir yayınevi için İngilizceden çeviren Erbal’ın 1999’da Son Kullanma Tarihi Geçmiş Aşklar adlı öykü kitabı da aynı yayınevince basılmıştır. Ankara, İstanbul ve New York’ta yaşayan Erbal’in yazıları Agos ve Birikim’de çıkmaya devam etmektedir. Ayrıca internette yazdığına göre film yapmaya çalışmaktadır.
Ayda Erbal gibi 1972 Ankara doğumlu olan Gökhan Tok, 1995 yılından bu yana TÜBİTAK’ın yayımladığı Bilim ve Teknik ile Bilim Çocuk dergilerinde yazarlık yapmaktadır. 1994 yılında Ülkü Çadırcı ile birlikte yazdıkları Teneke Kaplı İvan adlı çocuk kitabı roman dalında Tudem edebiyat ödüllerinde birinci olmuştur. İzlek dergisinde yayınlanan yazı-şiirleri Gülümseyen Çiçekler adlı kitapta toplanıp 1997’de basılmıştır. Çalışmaları, ABD’de yayımlanan The Space Between Our Footsteps adlı antolojiye seçilen Tok, 2004 yılında, Sabahın İlk Nefesi, Masal Seven Ejderha, Demir Kanat Mavi Gök, Dünyanın En Güzel Pastası, Gündüzünü Yitiren Kent adlı çocuk kitaplarına imza atacaktır. Kendisini İzlek dergisinde kısaca bir türlü büyümeyen; yalnızca boyu uzayıp sakalları çıkan ve hala çocuk olduğu için oyun oynamaya bayılan biri olarak tarif eden Tok’un çocuklara yönelik yazması bizi şaşırtmaz. Tok’un yazınsal yönelimi daha çok fantastik edebiyata doğrudur ve bu türde yazdığı Tarih Bir Şey Öğretmez Bize(2006) adlı romanıyla yine Tudem’in ilk gençlik romanı dalında jüri özel ödülünü alacaktır. Bu roman, evrenin oluşumunu ve insanlık tarihini zıt kutupların; artı eksi kutuplarının savaşı olarak ele alan; bilimsel temellere dayayan modern bilimsel bir mittir ve bana kalırsa gerçekten başarılı bir eserdir. Tok, kurgucu edebiyat yazarının toplumsal bir misyonu olmadığını yazmıştır ki bu görüşün altına ben de rahatça imzamı atarım:
Bu noktada şöyle bir soru çıkıyor karşımıza: Kurgucu edebiyatın yazarının görevi nedir? Ben bu soruyu şöyle yanıtlayacağım: Düş kurmak ve bunu insanlarla paylaşmak. Bunun dışında, yazarın herhangi bir toplumsal sorumluluğu olduğunu kabul etmiyorum. Yazar sosyal bilimci değildir; bu yüzden toplumu anlamak için uğraşmaz ya da toplumbilimsel araştırma yapmaz. Yazar gazeteci değildir; dümdüz gerçeklikle halkı bilgilendirmez ya da kamuoyu oluşturmaya çalışmaz. Yazar politikacı hiç değildir; halkı yönetmez, yasa koymaz. Yazarın yapmak zorunda olduğu şey düş kurmak ve bunları yazmaktır. Gerisi okuyucunun bileceği şeydir. Okuyucu ister toplumbilimsel, ister politik anlamlar çıkarır, yaşamını bu anlamlara göre düzenler; isterse de kaldırır atar; bu, artık yazarı ilgilendirmez. O, kişilerin ya da kurumların kullanabileceği bir düş yaratmıştır. Bu düşün gerçekleştirilmesi edebiyatın işi değildir.[3]
Fantastik edebiyatla uğraşan yazar için söylendiği düşünüldüğünde haklıdır Tok; bir düş yazarı, siyasi bir niyetle ‘dümdüz’ bir biçimde halkı bilinçlendirmek için yazmaya kalkarsa elbet bir şeyler yazacaktır, ama yazdıkları edebi olarak ne denli değerli olabilecektir ya da yazarken kendini ne derece özgür kılabilecektir bu tartışılır. Denebilir ki edebiyatçının da siyasi bir duruşu farkında olsa da olmasa da vardır ve bu duruş illa ki bir biçimde eserine yansıyacaktır ama bu siyasi duruşu dümdüz aktarmak için edebiyatı bilinçli olarak kullanmak onu bir araca çevirmek; değerini düşürmektir bir bakıma. Eğer bir yazar siyasi görüşlerini yazmak istiyorsa fantastik edebiyatı alet etmeden de haydi haydi doğrudan bir biçimde yapabilir bu işi. Nihayet Picasso’nun da dediği gibi “Sanat hakikat değildir, sanat bize hakikati anlamayı öğreten bir yalandır.” Kaldı ki Gökhan Tok’un Tarih Bir Şey Öğretmez Bize’si evrenin ve insalığın tarihinin Tanrı’yla açıklandığı dinsel mitin yerine bunların artı eksi kutupların çatışması şeklinde açıklandığı ‘bilimsel’ bir mit ikame etme çalışması olarak da okunabilir. Bir bakıma Nietzsche’nin ‘yaratıcı insanın dinin yerine kendi mitini oluşturması’ fikrinin bir pratiği olarak bile düşünülebilir. Dinsel mitten farklı olarak böyle bilimsel bir mitin kitleselleşmesi mümkün değildir günümüzde, ne ki kitleselleşen her mitin eninde sonunda taşlaşacağı ve kalıplaşacağı düşünülürse bu iyi bir şeydir bile aslında. Özetle farkına varılsa da varılmasa da edebiyat kuyuya taşını atmaktadır ve Tok’un dediği gibi onun kuyudan çıkarılıp çıkarılamayacağı yazarını ilgilendirmez artık.
Tok yıllar sonra Kaan için şöyle yazacaktır:
birçok şeyi unutmuşum, o günlerde yaşadıklarımı, tanıdıklarımı unutmuşum. bazen böyle hastalıklı bir düşünce geçiyor aklımdan, unutmak belki de bana iyi gelmiş.
kaan öldü, biz büyüdük; iş güç sahibi olduk. yaşasa kaan da bir yerlerde bankacı, muhasebeci, memur, reklâmcı, müfettiş, insan kaynakları müdürü vb. olacaktı. bir şekilde karşıma çıksa ona da söylerdim bugün: “yaşamı savunmak adına unuttum ben seni…
Ama hani dedikleri gibi söz uçar yazı kalır ve bir zamanlar Tok’un da varoluş bunalımları şiirlerine yansımıştır:
Ben niyeyim?
çingalingalink-tingalingalink
Beynim akıyor
çingalingalink-tingalingalink
Artık burada bitmeli
çingalingalink-tingalingalink[4]
Aslında bu sözler erken giden bir arkadaşın arkasından söylenmiş üzüntülü bir sitemdir ki aynı yazısını devamında Kaan’la ilgili şöyle demiştir Tok: “ne var ki biz yolumuza devam ettik, yolculuğumuz sürdü, sürüyor. bugün yanımızda yürümeyi sürdürmesini isterdim açıkçası.”
Tok’un Gülümseyen Çiçekler adlı kitabı önemlidir. İsmi Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri’ne nazire olsun diye konulmuş gibi duran bu kitaptaki şiirler de yine Baudelaire’in Paris Sıkıntısı’ndakiler gibi ‘düzyazı şiir’ şeklindedir. Bu şiirler bir bakıma yer yer Kafka’nın aforizmaları ve kısa hikayeleriyle de benzerlikler göstermektedir. Anladığım kadarıyla bir çoğu İzlek Dergisinde daha önce yayınlanmış şiirleri bu kitapta toparlanmıştır Tok’un. Bu kitapta yukarıdaki gibi ölüm ve intihara teğet geçen iki şiirine daha rastlarız .
UYKUSUZ
Deliler dansediyor gecede. Saatler önce vazgeçtim ölümden ve artık uyuyamıyorum da. Dokunmayın bana! Hiçbiriniz bilmiyorsunuz, gözlerim kapalı benim. Yatağım ateşler içinde ama hepinizi seçebiliyorum yine de. Gözleriniz üstümdeyken bağırabilirim: “Bir daha söyle!” Kapılar aşıldığında dansınızı kesmeniz umurumda değil. Güneş! İnsanların ulu uyandırıcısı, söyle, lanetlendin mi beni? ![5]
MAÇA PAPAZI
Rutin iş benimki. Bazı günler hiç çalışmadığım olur. Bazen de tam tersi; saatlerce aynı işi yaparım. Daha doğrusu yaparız. Elli ikimiz birden. Hayat giderek anlamsızlaşır. Zaman zaman intiharı düşünürüm. Ama hep aynı şey engeller beni. Diğerleri bensiz ne yapar?[6]
Uykusuz’da özne bitmeyen bir gece yaşantısındadır; “Delilerin dansettiği” bu gecede ölümü bile düşünmüştür ama vazgeçmiştir. Bunun bedeli uyuyamamak ve geçmeyen bir geceye hapsolmak olmuştur. Maça Papazı ise ‘esnek’ çalışma saatlerinin rutininde kaybolmuş modern insanın metaforu gibi görünmektedir. Kendisi için anlamsızdır yaptığı iş. Çünkü Maça Papazı ne kadar 52lik bir destenin parçası da olsa tıpkı diğer elli bir iskambil kağıdı gibi eylemlerine kendi karar veremez; başkalarının elindedir yapıp ettikleri ve sadece oyundaki işleviyle sınırlıdır özü. Yani çarkın bir dişlisinden başka bir şey değildir. Maça papazı da bu ‘rutin’den ve anlamsızlığından sıyrılmak için zaman zaman Uykusuz gibi intiharı düşünür ve vazgeçip durur bu düşüncesinden. Lakin Maça Papazı bu vazgeçişinin sebebini de söyler; gecedeki Uykusuz gibi kendi delileri arasındaki bir yalnız değildir o; o olmazsa işlevi kalmayacak bir topluluğun parçasıdır. Bu topluluk kuklalardan oluşsa da başkaları için gerekliliklerini yitireceklerdir Maça Papazı olmasa. Sonuçta iki şiirin öznesi de intihara ve ölüme teğet geçerler; biri güneşe kavuşmak için öbürü ise diğerleri için vazgeçer ölümden. Evet, Tok iki şiirinde de yukardaki Ayılış şiirindeki mısralarında olduğu gibi “Artık burada bitmeli” demeyerek bir bakıma anlamsız, rutin sabahlara varılan acı veren, uykusuz geceleri olan ‘hayatı savunur’. Ama bu savunuş Camus’nün saçma da olsa yaşamak gerek söylemi gibi kişisel bir görüş olarak kalır. Çünkü kendini İzlek zamanlarında büyümeyen bir çocuk olarak gören Tok da farkındadır, çocukluğun aslında ‘yitik bir ülke’ olduğunun.
YİTİK ÜLKE
Ağaçlarına çıktığımız tepeler şimdi ne uzak, yağmuruyla ıslandığımız bulutlar ne ulaşılmaz. Suyunda yıkandığım ırmak neden akmıyor hala?
Çocukluğumun ülkesi, söyle neredesin?[7]
Sistemin çarklarına girilip ‘büyüklerin’ kurguladığı ‘gerçekliğe’ adım atıldığı an sona erer çocukluk. Artık hiçbir şey ‘çocuğun’ algıladığı gibi sahih olmayacaktır yeniden. Kurgulanmış dünyanın kuru bir görüntüsüne dönüşecektir tepeler ve bulutlar. Kurgulanmış dünyada zaman düzçizgisel; uzamsa sınırlıdır ve çocuğun zamanı sonsuz bir an; uzamı sınırsız olarak duyumsamasını sona erdirir. Çocuk oyun içindeki düşsel sonsuzluğundan ‘büyüklerin’ kuru ve sahte anlamlı dünyasına geçer. Yani çocukluktan ve çocukluğun dünyasından kopuş ne zamansaldır ne de uzamsaldır; bu kopuş algısal, tinsel ve geri dönüşü olmayan bir kopuştur. Çocukluğunuzun geçtiği yerlere tekrar gidebilirsiniz; aynı tepelere çıkıp çocukluğunuzdaki gibi uçurtma uçurabilirsiniz ama aklınızın bir köşesi hep ‘yetişkin’ dünyasındaki yarındadır; bir yanınız bu yaptığınızın bir kaçamak olduğunun ve yarın sabah işe gideceğinizin farkındadır hep. Anneniz çağırmadan eve gidersiniz, artık zaman sınırlıdır sonsuz bir an değildir. Düşünülmesi gereken yarınlar vardır artık. Bu yüzden oyun oynayan bir çocuk gibi o ana odaklanamazsınız. ‘Çocukluğa’ yapabileceğiniz geçici zihinsel yolculuğun anahtarı sanatta gizlidir artık ve Tok’a çocuk kitapları yazdıran da bu hasrettir belki.
Tok’un Uykusuz ve Maça Papazı şiirlerindeki anlamsız ve rutin de olsa hayatı evetleyen tavrı başka türlü bir ölümü de evetlemektedir beri yandan ki bu ölüm ‘gerçek’ ölümden daha beterdir belki de. Üst katta yaşayan bu ölüm yaşarken başına gelebilir insanın ve ölümün bu türlüsünü yaşamadan ölmek daha iyidir sanki.
ÖLÜM ÜST KATTA YAŞIYOR
Ölüm bizim üst katta yaşıyor. Hayır hiç de bugüne kadar betimlendiği gibi değil. Ne iskelete benzer bir görüntüsü, ne de elinde orağı… O da sıradan biri bizim gibi, ama umutları yok yarın için, sevinçleri yok. Üst komşumuz bay ölüm yapayalnız, kimsesiz. Bazen dışarı çıkar, görürüm; sevimli bir gülümsemesi vardır. Naziktir alabildiğine, kimseye kötü söz söylediği görülmemiştir. Çocukları sever, belki kendi çocuğu olmadığından, onlarla şakalaşmaya bayılır. Ve bir de, geçen yıl ölen karısından söz ederken Bay Yaşam oluverir. bay Ölüm üst katta yaşayan komşumdur. Umutları, hayalleri, sevinçleri kalmadığından Bay Ölümdür o.[8]
Ne denebilir ki kelimelerin bunca kaygan olduğu bir zeminde. Kaan da Bay Ölüm olmamak için intihar etmiştir belki “bir yerlerde bankacı, muhasebeci, memur, reklâmcı, müfettiş, insan kaynakları müdürü” olup umutlarını, hayallerini, sevinçlerini kaybederek Bay Ölüm olmamak için; belki de çoktan Bay Ölüm olduğuna karar verdiği için.
Ülkü Çadırcı Doğanay, şimdi Ankara Üniversitesi İletişim fakültesinde profesör doktor ünvanlı bir akademisyendir. Yazın alanında ise 1993 yılında Varlık Yayınları Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülleri’nde birincilik ödülünü; 1994’te ise yukarıda da yazdığım gibi Gökhan Tok’la birlikte yazdığı “Teneke Kaplı İvan” adlı çocuk kitabı ile roman dalında birincilik ödülünü kazanmıştır.
Barış K.
- 05. 2015
[1] Çadırcı agy.
[2] Serdar Aydın,agy, s.155,156.
[3] Gökhan Tok, “Fantastik Düşler Kuran Edebiyat”, İzlek 7, Ankara, 1994, s. 4
[4] Gökhan Tok, “Ayılış”, İzlek 1, Ankara, 1993, s. 21
[5] Gökhan Tok, Gülümseyen Çiçekler, İzlek Yay., Ankara, 1997, s.17
[6] Agy, s. 28
[7] Agy, s. 35
[8] Agy, s. 61